BİRAZCIK HEPİMİZ – Rıdvan Dansuk

Birazcık Halil kurmaca mıdır?  Ya da kimi yaşananları ustaca derleme midir? Bu soruların yanıtlarını bilmek  bir şeyi değiştirmez: Sahicidir; daha ilk satırlardan dahil olursunuz o iklime.

Hiç Almanya’ya gitmeseniz de, hiç hapse düşmeseniz de oralarda bulursunuz kendinizi. Halil Kantarcı’yla babası arasındaki ilişkinin benzeri bizzat başınızdan geçmemişse bile ya kimi yanlarını ya kendi yaşantılarınızda ya da çevrenizdekilerin yaşantılarında gözlediğinizi  anımsarsınız.

Babayla oğul arasındaki bu ilişkinin açtığı parantez sizi babanızla beyninizde bir hesaplaşmaya götürür.

O da mı olmadı? Çok mu yabancısınız olana bitene? Yüreğinizde bir acı hissedersiniz Halil’den yana. Hacı Babaya gelince, belki onu öyle yapan koşulları düşünmek hiç aklınıza gelmez. Çünkü çoktan Halil’in yanında yer almışsınızdır bile. Şimdi bir parantez açalım ve Halil’in babasıyla ilgili değerlendirmelerini,  ona söyleyemeyip beyninde  sürdürdüğü hesaplaşmalarına yer verelim: “Hacı Kantarcı köyün koyu sofusu. Alamancı. Camiyi onardığı yıl, köyde, Karaca Dağ gibi yürüyordu. Parası cebinde, tespihi elinde, mesti ayağında, dudaklar kıpır kıpır. Açar ağzını gavura küfreder, kapar ağzını  gavurun yoluna düşer. Hiç  arasını  düşünmez. Madem o kadar sevmezsin ne işin var? Muhtaç mısın? Evet  o zaman haline bak.  Övündüğün, yere göğe koyamadıkların karnını doyurmuyor işte.”

Hasan Sever’in  Birazcık Halil’ini okurken  bir daha düşündüm:  Bir roman ya da öykü  ne zaman  güzel olma   kategorisine girer?   Belli  ya da yeni bir sanat anlayışını yansıtırsa… Güzel tümcelerden kurulu olursa…  Kurgusu güçlü olursa… Şüphesiz  yanıtları  daha da uzatmak   mümkün.

Doğrudur   – hele bireyselliğin alabildiğine bağımsızlığını ilan ettiği  günümüz dünyasında- güzelin değişik tanımlar yapılabilir.  Ancak onlarca yanıt sıralasanız da bunların yanında ayrı bir yere sahip olabilecek veya her yanıtın yanında yer alabilecek özellik var: Sahicilik, inandırabilirlik… Birazcık Halil de öyle bir roman. Şüphesiz her okuyan kendine göre bir şeyler bulabilir ya da kendinden bir şeyler bulabilir. Ancak kim ne bulursa bulsun, her okuyan olana bitene (anlatılana) inanır. 

Bu, babayla görülen davanın (hesaplaşmanın) üst katmanlarında, entelektüel zemininde yer alır. Oysa bu  eleştirinin derinlerinde yer alan  kişisel acılar daha yakıcı ifade edilir:

“… Fakat sen bu kadından üç çocuk  yaptın . Sevmedin, zaten o duyguyu bilmiyorsun, ama hiç mi dilinde bir kelimecik yeri yok. Dağdan taştan annemi duyar  ama  Hacı Babadan duymazdım. Yahu insan bir günden bir güne hiç mi demez bu çocuklar anasız büyüdü? Taş bile değilsin  Hacı Kantarcı. ‘Kantarında kuş tüyü ton çekermiş! ‘Sen git onu başkasına anlat. Kantarın yok senin. Ne tartabilir, ne ayırabilirsin.”

Bu çocuklukta kaybedilmiş, hiç tanınmayan bir annenin hakkını savunmaktır.  Sonra süren sevgisizliğin yargılanmasıdır. Bu hesaplaşma  Halil’in gençliğinde bir daha parlar sonra söner:

“Bir iki kez Hacı Baba ( Hep ‘Hacı  Baba ‘ diye söz eder babasından,başkalarının babası gibi. Sahiplenemez. Kırıktır  öteki kanadı da. Zaten annesini hiç görmemiştir, o kanat doğuştan yok.) ziyaretime gelmiş, o kadar. Gerçi gelmese daha iyi ya. Gelip üstüme kusup gidiyor. Beni benim üstüme kusuyor. İnsan evladını sindiremez mi ? Babam beni sindiremedi. Her gelişinde bir parçamı çıkardı. Ne zaman  ki içinde bittim, artık gelmez oldu.”

Frau Basler’de İnsan vicdanını görürsünüz. Evrenseldir. Bir daha inanırsınız anlatılanlara. Onun sözleriyle Hitler’i  bir daha kınar, Frau Basler’in savaşa gidip de dönemeyen  sevgilisi için üzülürsünüz. Oysa ayrı kültürün , ayrı zaman diliminin  insanısınızdır ama hiçbir şey bu üzüntüye engel olamaz.

Yazarın roman kişilerine söylettiği saptamaları, sizin, romanı okurken, yaşadıklarınızı gözden geçirmenize, kendinizle hesaplaşmanıza neden olur.

“Sevda işi kar topuna benziyor. Bayır aşağı yuvarlanırken artık sen sen olmuyorsun. Çığrından çıkıyor, çığında kayboluyorsun. Bir yerde okumuştum,” kimse bildiği  kelimelerden derin ve kurabildiği cümlelerden  daha sığ bir aşk yaşayamaz!” diyordu, aynı fikirde değilim. İnsanın sevdası, külü elenmemişse, kendisinden büyük oluyormuş.” Dalın gidin şimdi kendi aşklarınıza. Ölçün biçin bakalım sizinkilerden ne çıkacak?

Sonra kimi yerlerde toplumsal değerlendirmeler var: “Almanya’ da hapiste en çok biz, neyi nereye koyacağını bilemeyen biz vardık. Doğduğu yerlerin çok çok uzağında, yine hayatın çok uzağına  savrulmuş biz. Tesadüf mü? Hayır, ne münasebet!  Türkün , Kürdün kötü talihi diyoruz ya,  sanmam. Türklükle , Kürtlükle bir ilgisi yok. Ne demişti  İlyas, “ Talih bir kuşsa eğer, mutlaka dalı olana konar.” Biz içerdekiler dalsız olanlardık.” 

Yaşamla ilgili bir başka saptama da  yaşadıklarımızı yeni baştan gözden geçirtecek cinsten: “Geçmişe baktığımızda nasıl görüyorsunuz? Ben delikli İsviçre Peyniri gibi bir şey görüyorum. Lezzeti ağır, yer yer boşluk ve biraz da kokuyor.”

Yazar bir başka yerde de delişmen gençlerin kulaklarını çeker. O ağabeydir, tecrübelenmiş, hem de ne acı tecrübelenmiştir: “ODTÜ gibi bir mektep kazanacan, sonra gidip harç (ödememek) için atılacan öyle mi? Ya bu solcular nereleriyle düşünüyorlar?”

Aforizma olabilecek nitelikte bir sözle alıntılarımızı noktalayalım. “Hayat dediğin, bence kullandığımız eşyalara sinen hatıralardır.” Hadi şimdi kınayın bakalım, aldığı hiçbir şeyi atamayıp evlerini ‘çöp eve’ dönüştürenleri.

Burada alıntılarımızdan çok daha fazlası var elbette romanda. Avrupa’nın çeşitli kentleriyle Türkiye arasında yaşanan kesitlerden oluşan bu kitap yukarıda andıklarımın dışında Brigitt, Niyazi Amca, Şemsi, Fevzi, Mula, Beyaz Kamil, Nahit gibi kişilerin de kısmi öykülerini içeriyor. 

Gerek kurgusundan ve gerekse romanın bitiş şeklinden dolayı, insan bu romanın devamının, ikinci cildinin beklentisine giriyor. Öyle ya, dördüncü defterde acaba neler var?

Bir de o eski zaman dervişinin verdiği şiirler… Beyaz Kamil’in mekanında kaybolmuştu. Bulunsa acaba içinden neler çıkar?

Bir yazsam hayatım roman olur. Ömrümüzde kaç kez tekrarlamışızdır bu sözü. Anlatmak istediğimiz yaşadıklarımızın yazılmaya değer bir zenginlikte olduğudur. İşte Birazcık Halil, kendisini bir çırpıda okutturduğu gibi insanı kendi romanını yazmaya  yöneltecek bir kitap.  Kim bilir bu romanı okuyan kimi okurlar yazarlık denen o çetrefilli yola düşeceklerdir.

Yazara ve bu rotada yola çıkacaklara başarılar dilemekle son noktayı koyalım. İyi okumalar.

Birazcık Halil / Hasan Sever

Ayrıntı Yayınları / 426 sayfa    

Rıdvan Dansuk

Nisan 2016