Hasan Sever: “Yazabileceğiniz en iyi hikâye çoğunlukla el uzatma mesafenizdedir.”
İlk kez, 2015 yılında Birazcık Halil romanıyla okur karşısına çıkan Hasan Sever’le, yeni romanı Su Duydum hakkında konuştuk. Her iki romanı da Ayrıntı Yayınları etiketini taşıyan Hasan Sever, sorularımıza olanca içtenliğiyle ve çoğunlukla da sözü fazla dolandırmadan yanıt verdi.
– Son romanınız “Su Duydum”u konuşmaya geçmeden önce, edebiyat’ı nasıl tanımladığınızı öğrenmek isterim. Nedir edebiyat?
Zor soru… İnsan ilişkileri bilimi mi, yoksa bilinmezi mi desek…
– Peki ya okur olmak ile yazar olmak arasındaki ilişki; ince çizgi?
Okur üretir, yazar tüketir. Aslolan okurluktur. Yazarlık bir ara formdur.
– Yaşayan, düşünen, okuyan ve yazan bir Hasan Sever olarak üzerinizde emeği olduğunu düşündüğünüz yazarlarınız kimlerdir?
Nazım Hikmet, Tolstoy, Gorki, Balzac ve Orhan Kemal’le başlayıp epey uzatabilirim… Lakin sonu annemle biter. Benim edebiyat damarım annemden gelir.
– Birey ile roman arasındaki ilişkiyi açıklar mısınız?
Doğada “tekil” yoktur. Sanat her ne kadar “birinci tekil şahıs”a hitap ediyor olsa da, nihayetinde içinde bir “çoğul” taşıdığı için sanat oluyor. Biz romancılar, toplumdan bir kesit alıp onu edebiyat laboratuvarında inceliyoruz, tıpkı bilim insanının doğadan bir örnek alıp onu laboratuvarında incelediği gibi. Çünkü doğa karşısında sınırlıyız. Herkesi içeren bir hikâye yazamayız; ama ne mutlu ki herkese hitap edebilen bir hikâye/teorem yazabilme şansına sahibiz…
– Peki, yazarın romanında yapmak / vermek istediği ile birey’in romanda görmek istediği…?
Galiba çoğunlukla farklıdır. Sizin yazar olarak görmediğiniz bir sürü şeyi okur rahatlıkla görebilir; çünkü okur –sanılanın tersine– üreticidir.
– “Su Duydum”un yazarı olarak sizin gör-e-mediğiniz ancak okurların gördüğünü düşündüğünüz ya da sizin de bir okuru olarak şu an farkına vardığınız hususlar var mı?
Roman, beş kişilik merkez komite (imalı bir gülümseme var burada; ve ardından kahkahalar…) haricinde okurla henüz temas aşamasına geçti. Bekleyeceğiz. Kendimde fark ettiğim ise şu oldu: Romanı yazdıktan sonra Zürih daha bir güzelleşti sanki. Öyle ya, insan evvela kendine yazıyor.
– Bu bağlamda, yazarlığınız ile sanatın bireye / topluma yansıma biçiminin ne’liği üzerine düşünceleriniz nedir?
Demin söylemeye gayret ettim, örneklemeniz ne kadar başarılıysa toplumu yansıtması da o kadar doyurucu olur. Belki büyük bir iddia olacak ama eğer etrafımızdaki yahut uzayın sonsuz boşluğundaki bir partikülü dahi edebiyle inceleyebilirsek evrenin bütün sırlarına ulaşabiliriz. Bir insanın –evet herhangi bir insanın– hikâyesini hakkıyla yazabilirsek bütün insanlığın hikâyesini yazabiliriz. Biliyoruz ki bu “mümkünlük” biraz da, tanrının varlığı-yokluğu sorusuna Şeyh Bedrettin’in verdiği yanıta benzer: “Mümkündür lakin vukua gelmez.”
– Her iki romanınızda da Türkiye’nin 1970’li yıllarını arka plana yaslıyor, romanlarınızda belirleyici bir katman olarak bu dönemden adeta besleniyorsunuz. Siyasetsiz roman olmaz mı?
Olmaz. “Birazcık Halil”de Yunus ne diyordu: “Evrende her şey önünde sonunda siyasete dönüşür. Bu da insanlığın mecekaresidir.” Hem siyaset pozitiftir. İnsan sorunlarını çözme sanatıdır ve bir sanattır. Siz doğaya içkin olduğunuz için aynı zamanda siyasete de içkinsinizdir. Bunun estetiği, kurgusu ve sunumu değişiklik arz eder.
– İlk göz ağrınız “Birazcık Halil”; ikinci romanınız ise “Su Duydum”. İkisi de bir yerde / bir ülkede / bir insanda duramamanın romanı desem…?
Çok güzel tarif derim…
– Teşekkür ederim; ancak romanlarınızdaki “gitme-gelme, sürgün, göçebelik…”in sizde nasıl mayalandığını, bu meselelerinizin romanlarınızda nasıl ve neden mevzilendiğini öğrenmek isterdim.
Göçebelik sanırım genlerimizde var. Bir de maalesef henüz soğumuş, İsviçre gibi dağı taşı yerine oturmuş bir coğrafyamız yok. Sürekli değişiyoruz, yer değiştiriyor, batıyor, çıkıyoruz… Elbet bir gün biz de bira “soğuyacağız.” O zamana kadar, coğrafyamızın kaderini çekeceğiz.
– Her iki romanınızda da karakterlerinizin bir kısmının mülteci / sürgün / göçebe olması bir okur olarak bende şöyle bir düşünce oluşturdu: “Birazcık Halil”de de “Su Duydum”da da Hasan Sever’in hayatın içindeki gerçekliği kurmacayla harmanlanmış; ‘anlatıcı’ kimliğiniz birey olarak size çok da sırt dön/e/memiş!
Yazabileceğiniz en iyi hikâye çoğunlukla el uzatma mesafenizdedir, gibime geliyor… Bir de demin söylediğim “soğumamışlığımıza” paralel olarak; bizde hikâye sıkıntısı yok. Az buçuk hayatın içinde, insanlarla temas halindeyseniz, hikâye çoğunlukla kendi ayağıyla size gelir. Sir Doyle, Sherlock Holmes’u yoktan değil, bir profesöründen esinlenerek yaratmıştır. Kendisi daha sonra bunu hocasına söylemiştir. Yani siz size temas edenden üretim çıkarırsınız; ama fazlasından, ama eksiğinden…
– Bu sözlerimi, kimi romanlarda göremediğimiz doğallığın (samimiyet / hayatın ta kendiliği, kısaca biz…) edebiyata yansıyabilmesinin önemi üzerinden sormuştum.
Bildiğiniz “şey”i anlatmalısınız; ki ahlaki olan da budur zaten. Yazar, sırf yazabiliyor diye sonsuz özgürlüğe sahip değildir. Neticede birilerinin zamanından, zihinsel ve fiziksel emeğinden bir parça alıyorsunuz. Buna saygı göstermek zorundasınız. Bu aynı zamanda yaptığınız işe de saygıdır. Yazar ile okur arasında bir alt-üst yoktur; olmamalıdır.
– “Birazcık Halil”de Ankara’nın yanında bir de Almanya vardı ana mekân olarak; “Su Duydum”da ise Ankara’yla birlikte Zürih’i tercih ediyorsunuz bu kez… Almanya’yı anlayabiliyoruz –bir Paris gibi, bir Londra, bir İstanbul…–; peki ya Zürih’i tercih ederken, bir yazar olarak tedirgin olmadınız mı?
Olmadım diyemem; fakat korkak olan yazarlar tuhaf bir şekilde risk almayı da bilirler.
– Biz, düşüncesini bile geçirmemişken, şimdi bir de bu ‘korkak yazar’ tanımlamanızla baş başa kalacağız. Biraz açıklar mısınız?
Zürih bir risk, çünkü kitabı okuyacak olan insanların çok büyük bir kısmı bu şehirle daha önce bir temasta bulunmamışlardır. Dediğin gibi burası Londra, Paris, Viyana, hatta Berlin değil. Hele ki İstanbul hiç değil. Ama Zürih, İsviçre’nin İstanbul’udur. Bu da bizim küçük büyük İstanbulumuz. Doğrudur; önceden hazır olan kodlar yok. Biraz bilgisayar diliyle konuşursak hazırda bir “library” yok. Hemen hemen her şeyi sizin oluşturmanız lazım. Öte yandan da büyük bir bakir alan. Ekim biçimi edeplice yapabilirseniz edebiyatınıza bir mekân kazandırmış olabilirsiniz… Bakalım. Zürih’i ziyaret eden bir kişi dahi, “Ha işte Su Duydum’da geçen sokak, cadde, teras, göl burası” derse benim için bu büyük bir mutluluk olacak. ‘Korkak yazar’ tarifine gelince, bir insan henüz idrak-ı bilhak değilse yazarken korkar.
– Peki Ankara? “Birazcık Halil” ile “Su Duydum”un önemli bir kısmı Ankara’ya kurulmuş. Bunda ODTÜ’lü yıllarınızın etkisi var mı?
Var. Sadece ODTÜ değil, ortaokul ve liseyi de Ankara’da okudum. Ankara Atatürk Lisesi’nin son yatılı talebelerindenim. Lise sonda yatılı bölüm kapatıldığı için Cumhuriyet Lisesi’nden mezun oldum; ama ben Atatürk Lisesi’ndenim, oralıyım yani. Birazcık Halil’deki “Beyaz Kamil” misal, Ankara Atatürk Liseli olmakla çok övünür.
– Okurların romana olan düşkünlüklerinin bir nedeni de yazarların –hayata dair– gerçekliklerini romanlarının dehlizlerinde saklamalarıdır, bu da okur için ilgi çekici bir durumdur, dersek; siz bir baba, bir evlat, bir eş… kısaca Hasan Sever olarak “Birazcık Halil”in neresinde, “Su Duydum”un neresinde konumlandırdınız kendinizi?
Ferdi ben değilim: Net. Feride’nin zaten yanına bile yaklaşamam. Halil de ben değilim. “Birazcık Halil”den sonra bana mail gönderen kimi okurlar şöyle hitap ettiler: “Sevgili Halil …” (Hasan Sever yine gülüyor burada…) Ama ben Halil değilim.
– Kim ve ne olmadığınızı söylediniz de, kim ve ne olduğunuzu saklamak istediniz sanki. Romanlarınıza saklanmış kendi’nizi, kim olduğunuzu ve DNA’nızı tarife geçmeyebilirsiniz; ama romanlarınıza önemli yanlarınızla sızdığınızı söyleyebilir misiniz?
Oluyordur. Halil’in hayat karşısındaki çekinikliği –fakat çok çılgınca işlere girmiş olması– ve Ferdi’nin yürürken yere bakması bana benzemiyor değil… (Burada da bir gülümseme; ama biraz mahcup bir edayla…).
– “Su Duydum”da iki ana karakter: Feride ve Ferdi. Ve yıllar yıllar sonra büyük buluşma… Şölen tadında buluşma / birleşmelere dair bir göndermeniz var gibi (bunu “Birazcık Halil”deki yemekli ve büyük cümleli sohbetlerden de güç alarak söylüyorum)?
Önemli bir an çünkü. 18 yıl aradan sonra ilk kez yan yana geliyorlar. Bu buluşma, buna uygun bir yerde ve dilde olmalıydı. Yan yana geldikleri yer Zürih’te en sevdiğim yerlerden biridir: ETH Teras. Oradan şehri seyretmeyi çok seviyorum… Sırtınızı Einstein’ın bir zamanlar öğrencilik, peşinden hocalık yaptığı Politeknik’e verdiğinizde karşınızda kararmış çatıların şehri Zürih ve Uetli Dağı (Ueliberg) durur…
– Peki ya Ferdi ile Feride’nin, araya onca zaman, onca yaş, onca farklı yaşantıları girmesine rağmen, hem de hiç beklenilmeyen bir zamanda gerçekleşen bir buluşma ile birbirlerinden vaz geçememe duygularını, birleşebilme düşüncesinin kapanına kısılmalarını nasıl anlamalıyız?
İki şekilde okuyabilirim:
Bir: Kötü; hatta iğrenç bir sahiplenme duygusu…
İki: Güzel; bitmeyen bir aşk öyküsü…
– Bu yanıtınızı sanıyorum “okur” kimliğinizle verdiniz; peki yazarken hangisi ağır basıyordu? Eleştiri ve dolayısıyla kızgınlık mı; yoksa destekleme ve dolayısıyla sahiplenme / şefkat duygusu mu?
Sevgili Barış, bir edebiyat öğretmeni olarak sınavlarda da böyle zor sorular sormuyorsundur umarım… Feride zor kadın (bu kez vurgulu bir gülümseme var Hasan Sever’in yüzünde…); sadece bu kadarını söyleyeyim.
– Eserlerinizde özellikle dikkatimi çeken noktalardan birisi de, karakterlerinizi idealize etmek yerine, –hepimiz gibi– yaralı bereli haliyle, eksiklikleri, hastalıklarıyla vermek istiyorsunuz.
Çok şükür hepimizde var bir sakatlık…
– Peki ya Feride? Ferdi ile görüşmedikleri zaman diliminde onca parayı nasıl kazandığını açık etmiyorsunuz okura? Sanki kendisine / hayata bir ihanette bulunmuş da, siz de bir yazar olarak romanınızı / okuru korumak ister gibi uzak durmuşsunuz gibi?
Bana açık edilmeyenden sizi nasıl haberdar edeyim? Bu mümkün değil (Gülüşmeler…).
– Şimdi size bazı kelimeler söylesem ve bu kelimelerin sizdeki ilk algısını paylaşmanızı istesem?
Dinliyorum.
– Şiir?
Nazım Hikmet…
– Roman?
Anna Karenina…
– Aşk?
Cemal Süreya…
– Sürgün?
Yılmaz Güney…
– Politika?
Behiçe Boran…
– Türkiye?
Harita Güzeli…
– Demokrasi?
Mümkündür (lakin vukua gelmez).
– Kuş?
Yuva…
– Anne?
Ülke…
– Vicdan?
Vicdan…
Teşekkürler…
Şehrimizin diliyle yanıt vereyim: Bitte schön (Rica ederim).
Söyleşi: Barış Özdemir
edebiyathaber.net (12 Mayıs 2017)
Kaynak: http://www.edebiyathaber.net/hasan-sever-yazabileceginiz-en-iyi-hikaye-cogunlukla-el-uzatma-mesafenizdedir/