“Bulutlar; yas tutan bir kadın yığını gibi.”
Dışarıdan baktığınızda yaprak kıpırdamaz, rüzgar esmez, toz burgulanmaz ya bir köy yaşar; hem de tahmin edemeyeceğiniz bir hareketlilikle. “Rüzgâr Bizi Sürükleyecek” fimininde aldığım ilk izlenim yönetmenin “köyü” “köy hayatını” tanıdığı oldu. Yıllar evvel seyrettiğim, Zülfü Livaneli’nin “Yer Demir Gök Bakır” filmi “öldüren durağanlık”la maluldü; bu vesileyle notumu düşmüş olayım. Ankara’da hangi sinema salonunda izlediğimi hatırlamıyorum ama yönetmenin köy hayatını bilmediğini hiç unutmadım. Hayatımda seyrettiğim ve unutmadığım ender kötü filmlerden biridir.
Yaşayan her canlı gibi köy de canlıdır…
Abbas Kiarostami tam da bu noktayı, canlılğı ön plana alarak filme giriş yapar. Kendizi bir labirentin içinde bulursunuz. Geçilen (tırmanılan) her yerde bir hayat vardır ve bu hayatlar dekor olsun diye değil tam da olması gerektiği gibi yerli yerindedirler.
Bir Kürt köyüne giriş zordur; zira Kürt köyünün kendisi zordur; saklanmak, göze batmamak ve hayatta kalmak böyle bir şey olsa gerek. Ne der küçük çocuk (Farzad) “Köy kurulurken ben yoktum” Sadece Farzad değil, hiç kimse yoktu. Bir köy kimsesizlikle kurulur.
Önder, “çayevini işleten yaşlı kadın” demiş, ukalalık yapmak istemem ama o kadın yaşlı değil. Bildiğim için söylüyorum, o kadın taş çatlasa elli yaşındadır. Bundan niye bu kadar eminim? Daha önce şokunu yaşadığım için biliyorum. Benim ülkemde de öyledir, bir “köylü” kadının yaşı asla tahmin edilemez. Neyse bu bir tarafı, diğeri ise o kadının müthiş tanıdık olmasıdır. Yakın köyümden bir kadına, boy, endam, konuşma, tavır olarak o kadar benziyor ki filmi seyrederken o sahneyi durdurdum ve kadına uzun uzun baktım o kadın değil ama tıpkısı…
Çocukluğum “bu köy” vari evlerden birinde geçti. Süt sağılan karanlık ahır, telefon sinyali almak için çıkılan tepe, sınav telaşı yaşayan çocuk ve ölümün “kudretli” beklentisi; hepsi gerçek. Tek bir karesine itiraz etmiyorum.
Filmdeki bilgeliğe gelince: Fars kültürünün uzantısıdır; mübalağa edildiğini sanmıyorum. Nasıl ki Türkiye Kürdistanı’ndan bir Kürt Türk aksanlıysa; İran Kürdistanı’nda bir Kürt Fars aksanlı olsa gerek (Kürt ki kendi dilini bile aksanlı konuşur). Bu aksana, beslenme kültürden olduğu sürece, bir itiraz olamaz diye düşünüyorum.
Ne diyor Kahveci Kadın: “Senin annen evde hiç mi çay yapmadı?” Ne farkı var? Ha evinde kocana ha ocağında köyüne kahve yapmışsın; kocan köyün değil midir? Koca, köy olduğu sürece bir ayrım görmüyorum. Biz, mühendis, şehriden baktığımız için bir sosyal değişim bekliyoruz. Sahnenin hafiten uzatılmış olması ve maalesef orijinal dilde takip edilememesi bizler açısından bir sürü güzelliği çeviri kısırlığına kurban vermiş oluyor.
Tahran’da gelen mühendis, “telekomünikasyon” işi için oradadır. Manidardır. Belki de Tahran’la bir bağlantı aranıyordur; değil mi ama bizde de şimdi Ankara’yla bir bağlantı aranıyor. Umarım bulunur…
Farzad diyor ya, dördüncü soruyu bilemedim. Niye dört bilemiyorum ama soruların en kolayı olduğu malum. Nedir soru: “Mahşer günü iyiler ve kötüler nereye giderler.” Yanıt basit: İyiler cehenneme, kötüler cennete pardon tersi. Mühendis de bu espiriyi yapıyor. Şöyle anlıyorum: En basit soru aslında en saçma olan sorudur çünkü bu kadar basitse soru(n) yapmaya gerek yok…
Köyde cami yok; dikkatimi çekti (yoksa ben mi kaçırdım?). Öğretmen topaldır.
Tarlaların arasında giden motosiklet eşliğinde enfes görüntüler sunulur. Motosiklet Doktor’undur ve Doktor bir disiplinsiz “filozoftur” (Doğu disiplinine çok uygundur). Hayyam’dan şiir okur:
“öbür dünyanın güzel olduğunu söylüyorlar
daha güzel olup olmadığını
kim dönüp geri, söylemiş ki.
diyorlar ki; hurili cennet güzeldir.
elinde olana sarıl, o boş vaatleri bırak.
davulun bile sesi uzaktan güzeldir.”
“Uzmanlaşma” karşıtı, heybesi terkide, iki tekerleklinin üzerinde doğayla iç içedir. Aslında o kadar da “doğal” değildir zira at yerine motosiklete binmektedir. İşte bu, değişimin bir başka yüzüdür. Kanal kazan işçi (köylü) Şirin ve Ferhat’tan haberdardır. “Aşksız hayat mı olur?” der. Türk başbakanı ise geçenlerde yaptığı bir açılışta “Tüneller kazıyor, Leyla’la Mecnun’u kavuşturuyoruz” diyordu; cehalette boy ölçüşülmez bir ululukta görev ifa ediyor.
Ve geliyorum sonuca:
Muhendis, yüzünü gör(e)mediğimiz süt sağan kıza, işçi (köylünün) yarine sorar: “Füruğ’u tanıyor musun?
Kız: Evet, (komşunun) kızı
Mühendis: Onu değil, Şair Füruğ’u tanıyor musun?
Çok çarpıçı bir diyalog. Değil mi ama şair dediğin komşunun kızı veya oğludur, onu gökte aramaya ne hacet!
Ve Füruğ Ferruhzad:
“ey sevgilim evime gelirsen eğer
bana bir lamba getir
ve caddedeki o mutlu kalabalığı izleyebileceğim bir pencere.
ne yazık, kısacık gecemde
rüzgar yapraklarla buluşmak üzere.
kısacık gecem harap edici ıstırapla dolu.
dinle!
duyuyor musun gölgelerin fısıltısını?
yabancıyım ben bu mutluluğa
alışkınım bu umutsuzluğa.
dinle!
duyuyor musun gölgelerin fısıltısını?
orada, gecede, bir şeyler oluyor.
ay kızıl ve endişeli
ve her an çökebilecek bu çatıya bağlanmış.
bulutlar; yas tutan bir kadın yığını gibi.
bekliyorlar yağmasını.
bir an
ve sonra hiç.
bu pencerenin ardından gece titriyor.
ve dünya duruyor.
sen yeşilliğinde aşk dolu ellerimin üstüne
ellerini, o yanan hatıraları, koy!
ve hayatın sıcaklığıyla dolu dudaklarımı
aşk dolu dudaklarımın dokunuşuna bırak.
rüzgar bizi sürükleyecek...
Hasan Sever
Derby, 23 Arlık 2010