Bana göre iyi film, izleyici üzerinde uzun süre etkisini sürdüren; sinema salonunda çıkar çıkmaz kafanızda yeniden oluşturduğunuz filmdir. İnsana başta sıkıcı gelen pek çok film vardır. Ama bu filmler gerçekte iyi filmlerdir. Öte yandan, başka bazı filmler vardır ki sizi koltuğunuza çiviler; her şeyi unutturacak kadar sizi boğar, üstünüze gelir ama daha sonra, filmin etkisinden kurtulunca kendinizi kandırılmış hissedersiniz.
Abbas Kiarostami
Seyrettiğim hiçbir film bana bu soruyu sordurtmamıştı: “Bir Zamanlar Anadolu’da”nın romanı yazılsa nasıl olur?
Tersi çok sorulmuştur; hatta son dönemde, kimi romancının “belki film olur” düşüncesiyle romanını kaleme aldığı, henüz itiraf edilmemiş bir gerçek olarak ortada durmaktadır. Tuhaf mıdır? Bilemem. Bilebildiğim, Nuri Bilge Ceylan’ın, “Bir Zamanlar Anadolu’da”yla “Sinema Romanı” yazdığıdır. “Sinema Romanı” nasıl bir şey, tam bilemiyorum. Sadece filmin, içimde bıraktığı duyguyu tarif etmeye çalışıyorum.
Film, akşam üstü, batan güneşin ışığını araba farlarına emanet ettiği bir saate başlıyor ve yine güneşin ışıklarını en tepemizde tuttuğu bir saate bitiyor.
Süre bir gün bile değil; fakat bu değil midir sanatın gücü? Eğer elimizde bir zaman parçası varsa, onu koparmadan sündürebilmek/uzatabilmek (parçadan, bütünü yeniden üretebilmek) sanatın marifeti değil midir? Bence sanat, o marifeti gösterebildiği sürece sanattır ve yaşamı kurgulamaya muktedirdir. Arşimed’in “Bana bir destek ve kaldıraç verin, dünyayı kaldırayım” dediği gibi, Nuri Bilge Ceylan, sanki, bana bir hikaye verin, size bütün hikayeleri anlatayım demiş.
“Bir Zamanlar Anadolu’da” bana, içinde sayısız hayatlar barındıran bir narı hatırlattı: Katil, maktül, komiser, doktor, savcı, şoförler, astsubay, (kazma) kürekçiler, muhtar, muhtarın kızı, maktulün eşi ve çocuğu… Her biri bir tane; kimi irice, kimi henüz rengini alamamış, kimi çürümüş kendini zehirlemekte.
Ceylan kamerayı bozkırın karanlığına koymuş, o karanlığın fonunda bize taşrayı/ücrayı anlatmış.
Katil herhangi bir hesap yapmadan, cinayet işlemiş, işlediği cinayetin ipine dolanmış; komiser, kendi hikayesinden kaçmak için mesaiye sığınmış; doktor, hayatını küreksiz bir kayıkta dalgalara teslim etmiş; savcı, içindeki sanık, kendisiyle kavga halinde; muhtar, yaradanın huzurunda, dilinde tövbeyle hayata iki yüzlü; ve kadın, ölmüşle öldürmüş arasında, kah muhtarın kızı, okuru olmayan enfes bir cümle; kah elinde kanlı elbiselerle yokuş aşağı yüksek topuk, toprak içinde.
Ne beklerdin bozkırdan?
Dalda elma.
Elma düştü ya daldan, rüzgarlı, yağmur öncesi bir akşamda. Arkada iki erkek diyalog halinde. Elma yuvarlandı yamaç aşağı; küçük küçük tümseklere çıka bata. Ne benim başıma bir mutluluk, ne sizin payınıza kerevet konforu. O elma suya vardı. Su, suluğunu gösterip sürükledi ilk barikata. Ne güzel bir sahneydi; fakat talihsizlik odur ki, bu harikulade sahneyi uzun bulanların memleketinde çekildi o film. Ve ne büyük talihsizliktir ki sokaklar, “adam tepeye koymuş kamerayı, çay içmeye gitmiş” diyenlerle dolu. Hal böyle olunca siz, ne kadar büyük çekerseniz çekin; hal böyle olunca siz ne kadar büyük anlatırsanız anlatın, bir yanınız hep boşta.
Ne keder,
Nuri Bilge Ceylan, görüntünün deminde, ince belli bardakta bir çay koymuş perdemize.
İçelim.
İçelim güzelleşelim.
Hasan Sever
Zürih, 6 Mart 2012