Telefon Direkleri, gecikmiş bir ev ödevidir.
Mardin, Ekim 1983 – Zürih, Ekim 2011
Bana yazmayı öğreten ve sevdiren, sevgili ağabeyim Kalender Sever’e
Bölüm 1
Mardin Ovası
Şehrin önünde yamalı sofra bezi
Toprak sarıya kesmiş, ayna tutuyor.
Ah şehir
Nerenden tutayım seni?
Taş binaların saçı ne yana taranır
Bilmem ki!
Kalemi kağıdı balkona bıraktım.
“Yavri, yavri, huma kuşu yükseklerden seslenir
Yar koynunda bir çift suna beslenir.”
Deliler heybetli olur. O da öyleydi. Üstüne bütün mevsimleri geçirmiş; palto, ceket, yelek, kazak, gömlek uzanmış tır garajı bekçisi Faraç Amca’nın kulübesinde, eli kulağında, asıldıkça asılıyor:
“Yavri, yavri, sen ağlama kirpiklerin ıslanır
Ben ağlim ki belki gönül uslanır”
Göbeği kocaman. Belki de, kat kat giyindiği elbiselerden öyle görünüyor. Sakalları uzamış, nereye değse kaşındırıyor. Nusaybin’den gelmiş. Türkü arası verip, konuşuyor; anlamıyorum. Küçük Memo, arkadaşım, tercümanlık yapıyor: Arapça’dan Türkçe’ye; doğrudan.
Arkadaşım Küçük Memo için, hık demiş babasının burnundan düşmüş diyorlar; eksik; ayna tutmuş babasına, ete kemiğe bürünmüş: tıp-ayna-tıp. Zaten okula devam etmeyecek. Askerden sonra gelip, garajın bekçiliğini devralacak. Yani sadece babasının suretine değil, kaderine de ayna tutmuş. Faraç Amca, Halep’i çok özlemiş, gidip biraz akrabalarında kalacak.
“Çok Türkü bilir. Arapça, Kürtçe, Türkçe; hatta turistlere İngilizce bile söyler.”
Kendisinden bahsettiğimizi biliyor. İçinden yükselen mutluluk tebessümünün dalgaları, dudaklarına kadar vuruyor. Aynı akıllılar gibi, övülmeyi seviyor. Bizi takmıyormuş gibi duruyor ama, sahnesinde, karanlıklar içindeki seyircisine seslenen stêr gibi kabarıyor. Bakışları üstümüzden bir yerden geçiyor. Küçük Memo ve ben, devlet malzeme ofisi tipli masanın duldasında, kah başımızı uzatarak, kah duvara asılı çatlak aynadan onu gözlüyoruz.
“Yavri, yavri, sen bağ ol ki ben bahçende gül olim
Layık mıdır yanim yanim kül olim”
Kompozisyon ödevim de öylece duruyor. Abimin gelmesine ramak var; ama Türkü güzel. Delinin sesi, küçücük kulübede kaç tur yapıyor bilmiyorum fakat, kamyonların gürültüsünü duymuyoruz. O kamyonlar ki, yokuşun ortasında ara gazı verdi mi, çatıya konmuş serçe titrer.
“Çok şey biliyor. Her yeri gezmiş. Halep, Bağdat, Tahran. Eskiden zenginmiş.”
“Niye delirmiş?”
“Çok akıllıymış diyorlar.”
Köstekli saati var. Köstek, bedeniyle yer arasında göbekli bir kavis çiziyor, aldığı nefeslere uygun, usul usul sallanıyor.
“Memo!”
“Ne?”
“Niye yerde uzanıyor?”
“Hiç yükseğe oturmaz.”
“Yavri, yavri, sen bey ol ki ben kapında kul olim
Koy desinler bu da bunun kuludur”
“Memo, ben gidiyorum. Daha ödev yapacam.”
“Yapmadın mı?”
“Yaptım, ama bu başka; ev ödevi.”