Fıkraya göre, tanrı, dünyadan sorumlu elemanlarını huzura alır ve onlara, “Gidin, Alplere yerleştirdiğim köylülerime bir bakın, onları o dağlara yerleştirmekle sanki bir haksızlık etmişim hissiyatındayım. Sorun, varsa bir sorunları çözelim” der. Alpler’e, tahminen şimdiki Appenzell civarında bir yere gelen görevliler, büyük bir mutluluk ve sıcak bir misafirperverlikle karşılanırlar. Yenilir içilir, kalkmaya yakın; bize benziyorlarmış demek ki, mevzuyu açarlar. Sözü en yaşlı İsviçreli alır ve der ki “Bir şikayetimiz yok, hatta müteşekkir olduğumuzu lütfen tanrıya iletin. Siz de yiyip içtiğinizin parasını ödeyin ve güle güle gidin.”
Osmanlının hemen öncesinde, 1291 yılında devletleşmeyi başlatan ve zaman kaybetmeden iç pazar oluşturmaya girişen bir İsviçreli için “hesap” istemek vakai adliyedendir. Kapalı ekonomisiyle karnını doyuramayan Alpli, düze inip şehir ve kasabalıyla alış verişe oturmak zorunda kaldığı için, ne yaptıysa o hesap karşılığında yaptı zaten. Hal böyle olunca ev sahipliği de “pazar” kavramı üzerinden gelişti. Dolayısıyla İsviçreli’nin köylü olduğu olsa olsa coğrafi bir tanımdır; toplumun, sosyal siyasal ve ekonomik yapısının köylülükle hiçbir ilgisi yoktur. Bunun (yalan söyleyemeyen) dilde onayı da var: “Zürihli birini çok kızdıracak bir şey yaptığınızda, kendi lehçesiyle “du muesch zahle” der, Almancası, “du musst bezahlen;” Türkçesi, “bunu ödeyeceksin” manasındadır ve “döverim la seni” ile hiçbir ilgisi yoktur; doğrudan ve kavramsal olarak parasal bir ödemeyi kasteder.
Kapalı ekonomisiyle karnını doyuramayan Alpli, düze inip şehir ve kasabalıyla alış verişe oturmak zorunda kaldığı için, ne yaptıysa o hesap karşılığında yaptı zaten.
İşyerim, Zürih’in tanınmış meydanlarından Helvatia Platz’ın köşesinde bulunuyor. Helvetia Platz, nümayişlerin başladığı ya da bittiği yer olarak biz “yabancılar”ın epey aşina olduğu bir alan. Alanın güneye bakan tarafından Stauffacher caddesi geçer, Stauffacher, İsviçre’nin kurucu babalarından biridir. Meydan ufak ama havadardır… İşte bu meydanda politik gösterilerden başka bir de haftanın iki günü, Salı-Cuma, semt pazarı kurulur.
Kurulan semt pazarı, küçük, sessiz ve düzenlidir. Sessizlik o raddededir ki, eğer alanı çevreleyen binalardan birine Langstarsse tarafından girmiş ve alanı görmemişseniz o gün orada bir pazarın kurulu olduğunu kesinlikle bilemezsiniz. Pazarcılar sabah erkenden kendilerine ayrılmış ve çizgilerle belirlenmiş alanlara tezgahlarını kurar, saat 12’de tezgahlarını, arkada tek bir çöp bırakmadan toplarlar, öğleden sonra alana yolunuz düşerse orada sabah bir pazarın kurulmuş olduğunu anlayamazsınız. Pazar tezgahları tıka basa değil, bir süper market titizliğindedir. Tezgahlarda mevsimine göre sebze-meyve ve her daim hayvansal ürünleri bulmanız mümkündür. Bir de çiçekçiler vardır. Her türlü gülün, çiçeğin, otun ve hatta kışın çam yapraklarının kozalaklarla buket edildiği tezgahların başında, Zürich diyalektiği konuşan çevre köylüler, telaşsız ve sakindirler. Herkesin bir müşterisi vardır ve bu müşteri pazarın açıldığı Salı ve Cuma günleri muhakkak alışverişe gelir. Yine alanın bir bina ötesinde Coop, beşyüz metre ilerisinde de Migros vardır ve bu pazarı hiç ilgilendirmez. Fiyatlara gelince, semt pazarı mantığımıza ters, pahalıdır.
Kendi adıma, tarihsel bir devamlılık arz eden bu tür aktivitelerden çok büyük haz duyuyorum.
Kendi adıma, tarihsel bir devamlılık arz eden bu tür aktivitelerden çok büyük haz duyuyorum. Sadece haz da değil, bu tür devamlılıkların toplumların hafızasını diri tuttuğunu düşünüyorum. Kimsenin kimseye “bizim zamanımızda”yla başlayan ve sanki başka bir coğrafyada geçmiş gibi yedi yabancı bir hikaye anlatma zaruriyetinin olmaması rahatlatıcı bir şey olsa gerek çünkü toplumların kuşaklar arası tecrübeyi sadece kelimelerle anlatamayacaklarına inanıyorum. Zaten büyük fotoğrafa bakıldığında, Credit Suisse’in, UBS ve Nestle’nin doğduğu/olduğu bir ülkede bu pazarın bir ekonomik gerekliliği de olmasa gerek. Ama toplumlar, tıpkı insanlar gibi, sadece “maddi”yattan müteşekkil değildirler.
Kimsenin kimseye “bizim zamanımızda”yla başlayan ve sanki başka bir coğrafyada geçmiş gibi yedi yabancı bir hikaye anlatma zaruriyetinin olmaması rahatlatıcı bir şey olsa gerek çünkü toplumların kuşaklar arası tecrübeyi sadece kelimelerle anlatamayacaklarına inanıyorum.
Semt pazarıyla bir taraftan ve hiçbir komplekse kapılmadan “köylülüğünü” devam ettiren İsviçre, diğer yandan Kapitalist varoluşun içinde, var olamamış ruhuna bir kır kapısı açma telaşındadır. Bu telaşında ne kadar cevval ve bu arayış derde deva mıdır başka bir yazıda değineceğim. Şimdilik pazarın sessizliğinde şehrin kimsesizliğini unutmak istiyorum. Bir adım ötesi “Hooters” olan bu pazarın bütün cılızlığına rağmen şehre taze hava üflediğine inanıyorum. O şehirler ki sokaklarında yürüyenlerin göğe bakmayı unuttuğu insanlarla dolular.
Pazarın içinden geçip mesaiye gidiyorum. Hava güneşli ve serin, nefis bir Zürich sabahı. Tezgahların arkasındaki insanlara bakıyorum. Tanrıdan bile hesap alabilmiş, ki o hesaba gönüllü oturmaz, Helvetlerin torunları, atalarının Suriye ve Mısır pazarlarında dokuma hammaddesi yüklendikleri zamanları, belki de onların emperyalliğine bir gönderme olarak, yaşatmaya devam ediyorlar. Bu “kıymetli” bir miras olsa gerek. İsviçre sokaklarına bakıp, dünyanın bu curcunalı halinde nasıl durgun bir su gibi dingin kalınabildiğine şaşılıyor ya unutuluyor, fırtına en çok yer altı ırmaklarını besler…
Hasan Sever
Zürih, 29 Haziran 2010