Çocukluğumun düğün şarkılarındandır: “Tarlalarda motor çok da / Markası da con dere”
Dere neyse de, Con’un çocuk lügatimde hiçbir manası yoktu. Hem, Nurhaklar’ın kuzeyine düşen memleket toprağında, üstünde “Con Dere” yazan hiçbir traktöre de rastlamadım zaten. Belli ki şarkı başka topraklardan gelmişti. Sonra, sonrasını bugünden yazıyorum, ihtilal oldu. İhtilalin duvar sıvacısı Özal, her köye kapitalizm pardon elektrik-yol deyince, bir yaz günü o da çıkageldi. Geldi ki ne geldi. Bir kere “Con Dere” ile hiçbir ilgisi yoktu adının. Yeşil zemin üzerine çekilmiş sarı bir kuşak ve kuşağın üstüne yazılmış siyah renkli isim tamı tamına şöyleydi: “John Deere” Şarkısı başka topraklardan, kendisiyse belli ki başka dünyalardan geliyordu. İngilizcenin yazıldığı gibi okunmadığı “geyiğinin” hayatımda başladığı andı o an. İsmin İngilizce olduğunu nerden mi biliyordum? Yabancı dil dediğin başka neydi ki!
Dikkatinizi çekti mi bilmem, Amarikan menşeli büyük firmaların esaslı bir kısmı kurucularının ad-soyadını taşır [Örnek: John Deere, 7 Şubat 1804 – 17 Mayıs 1886 (“İçinde, içimdeki en iyiyi barındırmayan ürüne adımı vermem” diyen adam.)] Bunun ABD toplumuyla nasıl bir bağlantısı var tam bilemiyorum ama, ben, yine de bunun “toplumsal yüzeysellikle” ilgili olabileceğini düşünüyorum. Peşrevi uzattığımı biliyorum. Bilinir, peşrev iki sebepten uzun tutulur: Birincisi, yazar/ozan hikayesinden emindir; durumun tadını çıkarır. İkincisi, kurmaca kafada/klavyede nihayete ermemiştir; zaman kazanmaya çalışır. Yazar için neyse de ozan için zor bir durumdur bu. Uzun uzun “ııııı”lar düğümlenir boğazına. O “ııııı”lar işlemcisini soğutmaya gayret eden fan sesine çok benzer. Neyse, bitiriyorum.
‘80’lerin ortasında, ayaküstü bir şarkı tarzıyla hayatıma giren “Con Dere” 2000’li yılların başında David Lynch’in The Straigt Story’siyle, bu sefer üzerinde çalışılmış bir hikayeyle hayatıma konu oldu. Dolayısıyla bu yazı benim açımdan, gecikmiş bir yazıdır.
The Straigt Story’yi izlediğimden bu yana, film aklıma geldikçe, boğaza yapışmış bir hap gibi, hikayenin, boğazımda bir yerde durduğu hissine kapılırım. Filmi hatırlamak, içimde bir hüzün paketi açmayla özdeştir. Lynch’in, ABD toplumuna neşter attığı ve arkasından onu “aile ipi”yle dikmeye çalıştığı bu yol hikayesi, belki de “duygusuzlukla” andığımız topraklara dair “bir duygu paketi” olduğu için bu kadar dokunur bana. Yazının hepsi önceden kurgulanamadığı için, bu kısmına ben de ilk kez şahit oluyorum. Bir marksist olarak, çok da yakınıma düşmeyen argümanlarla örülü bu filmin, beni neden bu kadar etkilediği benim için de bir muamma. Belki de çok gizlide kalmış “Güvenlik Açıkları”m var!
İki erkek kardeşin “küs hikayesi”nin, Büyük Birader’in (Alvin Straight) vizöründen anlatılmasıdır film. İkinci Cihan Harbi (Anlaşıldı. Belli ki bu yazıda “Kulüp Havası”ndan çıkamayacağım.) gazilerinden olan Alvin, “Normal-olmayan” kızıyla birlikte, dışarıdan sakin, içten patlamalı bir hayat yaşar. Alvin, kemale ermiş yaşı, yer yer dışarıya taşan huysuzlukları ve inadıyla, yaşadığı kasabanın değişim ve vicdanını temsil eder. Ehliyeti yoktur. 400-500 kilometre uzakta Wisconsin’de (ki bizim Konya’ya tekabül eder) oturan Küçük Birader’ini (Lyle Straight) görmeye gitmesi için gerekli olan şey, Alvin’e göre, arkasına eşyalarını ve yatağını depolayabileceği, römorklu küçük bir traktördür; yani küçük bir John Deere…
Birinci denemesinde “markasız” bir traktörcükle yola çıkar ve kasabasından çok da uzaklaşamadan geri dönmek zorunda kalır. Araç onu yolda bırakmıştır. Alvin’in İkinci denemesi, hikayenin de akmaya başladığı denemedir.
Yol’un, hayatı; üzerindekilerin ABD toplumunu sembolize ettiği The Straight Story, ağır temposu, az diyalogları, yukarıdan çekimleri ve, Nuri Bilge Ceylan duymasın, hüzünlü müziğiyle bir ortalama Amarikan tiplemesine işaret eder. Bireylerin atomize edildiği ve bunun müsebbibinin her türlü eleştiriden muaf tutulduğu filmin “sırrı” içimizdeki “temel içgüdü”leri sertleşmiş/kurumuş erkek yüreklerimizden geçirme çabasında saklıdır.
“Bunca yolu, bu külüstürle, sırf beni görmek için mi geldin” der, Küçük Birader. “Evet, der, Alvin . Kamera Küçük Birader’in yüzünde şöyle bir dolanır, Alvin’e geçer ve burnunu havaya dikerek filmi sona erdirir. Küçük Birader’in yüzündeki bulutlanma, Nurhak’ın kuzeyinden ABD’nin güneyine kadar aynı “kazma erkeklik”le malul olduğumuzun da tasdikidir. İki erkek yan yana ve yüz yüze gelir/erir ama birbirine temas etmez. Ne kadar tanıdık bir durum.
Bir iki cümle de yol hikayelerine ayırayım. Çarptığı geyiğin ölmesiyle zıvanadan çıkan “modern insan”ın, doğadan henüz kopmamış Alvin’in doğallığının yanında ne kadar panik ve çaresiz durduğu, filmin öne çıkan sahnelerinden birini oluşturur. “Ben ilgilenirim” der Alvin. “Geyik Katili Kadın” günahını birine “satmış” olmanın verdiği “huzur”la sahneyi terk ederken, bir sonraki karede geyiğin boynuzları “kamyoncu süsü” gibi römorkun üstünde arzı endam eder: Yine, John Deere (Lynch’in, bu kadar John Deere vurgulu bir eleştiri yazısına tepkisi ne olurdu, merak etmiyor değilim. Ama neylersin, anlatılan onun hikayesi de olsa, ona benden mana addeden de benim hikayem. Zaten sanat dediğin de hikayelerimizin birbirlerini tetiklemesinden başka nedir ki!) Sonra, “evden kaçan kız klişesi” sahne alır.
Nedense hep kızlar kaçıyor evden. Halbuki sorun ve sorunlu olan erkek.
Alvin, kıza esaslı bir “aile terbiyesi” verir. “Uncle Alvin, mesele, tam da bahsini ettiğin o aile değil mi?” diye sorası gelir insanın. Geçiyorum.
Bisiklet turuna çıkmış “gençlik”e, hayat dersi verirken, “İhtiyarlığın en kötü tarafı, bir zamanlar genç olduğunu hatırlamaktır” der, Alvin. İkinci Cihan Harbi’nin atmosferini şöyle bir serpiştirir gençlerin üzerine ve sanki “biz yaptık siz yiyorsunuz” der gibidir. Amarikan aile yapısına esaslı bir methiye olan film; devingen doğa, üreten toprak ve üzerinde yaşayan insanlarla “kompak” bir görüntü sergiler.
Bütün eleştiriler bir yana, “stright story” çok da düz bir hikaye değildir aslında. Hem hangimizin hikayesi öyledir ki zaten…
Hasan Sever
Zürih, 21 Nisan 2010