Her şey o ilk çiti çekenle başladı.
O günden bu yana tarih kan damlıyor. Acılarımızın, ayrılıklarımızın ve durmadan, her düzeyde didişmelerimizin esbabı mucizesidir o çit. Sonrasını takip eden bütün düşünsel formatlar sadece ona bir makyaj olma telaşını yaşadılar. Oysa Marx’ın dediği gibi “asl’olan onu değiştirmekti”. Çiti çekenin kullandığı iyelik eki ister birinci tekil şahıs, isterse birincil çoğul şahısa ait olsundu; şişe açılmış ve mülkiyet şişeden çıkmıştı. Ve o cin bir bardak berrak suya damlatılmış bir damla siyah mürekkep gibi boyadı ve bütün renkleri kendi karasında boğdu; içinde boğulduğumuz işte hala o karadır.
Sebep mi? O çitler olmasın!
162 numaralı Transalpin treninin camına alnımı dayamış karşı dağların yeşiline bakıyorum. Avusturya, Salzburg’dan öte te Innsbruck’un derinliklerine kadar vadiye serilmiş bir lavaş ekmeği gibi. Koca dağların avucunda kalmış bir tutam toprak, o toprağın üzerinde bir avuç insan ve o insanların her yere kondurduğu çitler, çitler ve çitler… Kendi olay mahallimizden geçiyoruz ama dönüp maktul biz miyiz diye sormuyoruz. Daha büyük bir kötülük nasıl yapılır bilemiyorum. Bundan daha beteri var mıdır onu da bilemiyorum. Kendi ellerimizle sıvazlıyoruz katilimizin sırtını. Her gün bir gün öncekinden daha büyük bir aşkla bağlanıyoruz “bizim” olana. Bizim olan oysa, duruyor ve zerre haberdar değil kaygılı, ürkek ve uykusuz geçen gecelerimizden…
Sebep mi? O çitler olmasın!
Osmanlı’nın da dişi kırılmıştı buralarda. Gerçi biraz uzağına düşüyoruz Viyana’nın ama Viyana payitahtsa, ki öyle, muhakkak buralarda bir yerde damar olmuştur insana. Dağlardan kopup gelen suların son demleri artık. Sonbahar’ın bir renk tüpüyle ormanlara dalmasına ramak kalmış. Yeşil, dağın eteğinden trenin geçmiş olduğu vadi derinliğine kadar yekpare serilmiş son tırpanı bekliyor. Avusturya tırpanı, ki meşhurdur, bir küçük sinek ısırığı misali geçerken otun kökünden, hayat bir yana ten bir yana düşer. Neydi Osmanlı’nın Balkanlar’ı aşıp buralara kadar sefer eylemesinin muradı?
Sebep mi? O çitler olmasın!
Daha ilerisinde Salzburg’un, Tuna’nın geçiş yollarından birinde, Ruslar’la Fransızlar cenge durdular der Tolstoy. Büyük kitap “Savaş ve Barış”ın bir bölümü orduların Tuna’yı geçme mücadelesine ayrılır. Şimdiki Enns şehri olarak kafamda canlandırdığım bir noktada Tolstoy, Rus ordusunu karşı kıyıya geçirirken muhteşem bir manzara sunar önümüze. Çamurun, atların, yağmurun ve elbette insanların, birer dekor olarak değil bas baya birer görüntü olarak gelip karşımıza kurulduğu bir anlatımdır yazarınki. Büyüklük ve derinlik işte budur dedirten cinsten. Sebep? Elbette Napolyon’un önüne geçilmez “kişisel ihtirasları” değil. Eğer Avrupalı ve en nihayetinde Dünyalı Napolyon’dan anlayacağını anlasaydı çok sonraları Alman faşizmine bu kadar kurban vermezdi.
Sebep mi? O çitler olmasın!
Enns şehrinin yanı başında Mauthausen duruyor. Yukarı Avustuya’nın bu iki yerleşkesi Avusturya’nın büyük şehirlerinden olan Linz’in birer uyduları. Mauthausen, Rus-Fransız savaşına tanıklık eden Enns şehrine nazire yaparcasına 2. Paylaşım savaşında Alman Faşizmine yataklık yapıyor. Nazi Almanyası’nın dünyaya armağan ettiği vahşet çeşitlemelerinden olan İnsan Fırınları’ndan, bilinen adıyla Toplama Kampı, biri bu şehirde inşa edilmiş. Toplama Kampı’nın duvarlarından, insanların yakıldığı fırınların soğuk demirlerinden ve toprağın bunca çileyi çekmiş olgunluğundan sanki insan çığlıkları yükseliyor göğe. O bir vahşet bile değildi. Tarifi yapılmamış nice acılarımız gibi tanımsız duruyor tarih kitaplarımızda.
Sebep mi? O çitler olmasın!
Şimdi ben bunları Linz garında beni gözyaşlarıyla uğurlayan anneme nasıl anlatayım. Hangi, benim diyen tahlil soğutur bir annenin hasretini?
Lanet olsun o çite ve o çiti çekmeye devam edenlere!
Lanet olsun!
Hasan Sever
Zürih, 27 Eylül 2009