Warum die Eilung? – Nedir bu telaşın?

Sevgilim’e

İşe ender geç kaldığım bir sabah, lüks bir saat dükkanının camekanında gördüm. İşi zaman ölçmek olan İsviçreli bir saat markası için ironik, belki de yerinde bir soru. “Nedir bu telaşımız?” Her sabah, uykunun en kıymetli olduğu kıyılardan kalkıp, griye ve soğuğa batmış binaların arasına mısır tohumu gibi saçılmamızın sebebi nedir? Hayatlarımızı mı kazanıyoruz? Hayata dair ne kaldı ki ellerimizde? “Hız, hız daha fazla hız” diyen kapitalist metropollerde bir beyhudenin peşinde sürüklenmiyor muyuz? Dursak, bir anlığına da olsa durdursak film makinesini ne görürüz ekranlarımızda?

Sahi, ekranlarımıza manalı bir görüntünün düşmesi için firavun zindanlarında daha kaç Yusuf sabrı çürütmemiz gerekecek?

Bilgi çağı deniyor ya yaşadığımız çağa, müthiş irrite oluyorum. Bilginin paketçikler halinde her yere saçılmış olması ve yine İnternet denen henüz tanımsızlık sayesinde yığınlar şeklinde insanlara sunulması mıdır bilgi çağı? Ellerinde ve ceplerinde son teknolojinin ürünlerini taşıyanların Aristo’dan bihaber olmaları mı bilgi çağı? Gözyaşlarını, derisini param parça etmiş “beyaz” budalası bir “star”a sunan sanal yığınlar mıdır bilgi çağı? İnsan sıcağından uzak, tüketim batağına batmış milyonların, her yıl “aşk” diye meydanları kirletmesi midir bilgi çağı? Yoksa, bütün bunları saniye saniye dünyaya pompalayan, fiber optik kanalların kanalizasyon artığı mıdır bilgi çağı?

Bir 1 Mayıs daha gerekiyor dünyamıza. Günün sekiz saatini mesailerde tüketen insan, bu bilgi kirliliğinde nasıl yolunu bulacak?

Ve bulduğu yol, gerçekten onun istediği yol mu olacak? Başkalarının beğenileri ve değerleriyle yaşayan insan yığınları nasıl olacak da kendilerine ait olanı bulup çıkaracaklar ortaya? Piyasaya sürülen bir ürün için geceden sıraya girmek mi bu insanların yegane meziyeti olacak? Büyük binaların büyük salonlarında deney fareleri gibi labirentlerde çalıştırılan insanlara mı bu “bilgi çağı” lazım olacak? Durmadan koşan birinin hikayesini anlatan bir Hollywood filmi oldu halimiz. Niye, nereye ve kiminle koştuğumuzu bilmeden koşuyoruz. Ayak üstü yiyor, ayak üstü içiyor ve sevişemiyoruz. Ve dünyanın bütün meselelerinden azat sevişemiyorsak neye yarar ki yaşadığımız hayat?

Bütün davan bir kadını etkilemek değil midir ey muharrir?

Sonra yorgun argın dönüyoruz adreslerimize. O adresler ki evlerimiz olmaktan çıkalı kaç zaman geçmiş, haberimiz dahi yok. Şimdi bütün kontrol odalarında “software” soyutluğunda ve “hardware” soğukluğunda planlar yapılıyor yaşayacaklarımıza dair. Suratsız, suretsiz insanlar yorumluyor hayatlarımızı. Amarikan sosyolojisinde aranıyor insan olma şifrelerimiz. Henüz dünya tarihi denen toprağa bir arpa boyu kök salamamışların kılavuzluğunda maceramız. Bunun yeni bir tarife ihtiyacı yok. Silikon Vadisi’nden parlayacak bir güneş en fazla sanal silikon dudaklarda  üçüncü sınıf bir porno olur. Abartmanın ne manası var. Yeni diye lanse edilen her teknoloji, koşuya sokulmuş bir atın koşum takımlarından başka nedir ki!

Her yenilik(!) yeni bir tutsaklığımız oluyor. 

Ortaçağ görünümlü modern kentlere hapsedilmiş, kapitalist ayinlerde geçiyor ömürlerimiz. Sarkaç topu misali bir sekizi bir beşi veriyoruz. Celeplerin ayak izleri henüz kurumamış taş kaldırımların üstünde. Dünün sefer tasları yerini hazır gıda paketlerine bırakmış. O gıdalar ki genine boyuna oynanmış her yerleriyle. Sonra aç açıkta kalıyoruz durmadan. Ruhlarımız, yüreklerimiz ve beyinlerimiz boş bizim. Belki de ayinin rütueli böyle. Koşuyoruz ama, hızımızdan hiçbir ödün vermeden. Arabalarımız, ilişkilerimiz ve bilgisayarlarımız hızlı bizim.

Bizse hızla kuraklaşıyoruz felsefe coğrafyasında. 

Evet, nedir bunca telaşımız? Kimin için kimin hayatını yaşıyoruz? İnsan sıcaklığından uzak bir reçete değil ki bünyemizin istediği. Bilgi dediğin beyin kıvrımlarına şarap olduğunda bir mana teşkil eder. Ki eğer kıvrım yoksa düz ayak beyinlerimizde, her kelime dipsiz kuyulara salınmış tas gibidir: Ne su bulunur ne tas dolar!

Hasan Sever

Zürih, 17 Mart 2010