“Kizilağaç Fidani”

Kizilağaç fidani tepeden budanur mi”

Dergimizin (Öteki İsviçre) 6. sayısının arka kapağını Haziranda Ölmek Zor’a ayırmıştık. Ama ölmek kelimesinin soğukluğundan korunmak için ‘Şair gider şiir kalır’ demeyi daha uygun bulmuştuk fakat neylersin ki Haziran, inadım inat dedi…

Kazım Koyuncu’yu kaybettik…

İnternet’te günün haberlerine bakarken önce sıradan bir habere göz atar gibi baktım çünkü Kazım ve ölüm birbirlerine çok uzaktılar… Kazım Koyuncu’yu kaybettik. Bizim Kazım’ı yani ,sevgili Dina’yı…

95 baharıydı… Zuğaşi Berepe ODTÜ bahar şenliğinin davetlisi olarak Devrim Stadı’nda konsere çıkacaktı.

Konser öncesi sevgili yaramaz çocuk Özgür Evrim Göçen’in trafik kazası geçirdiği haberi geldi (3 Mayıs 1995). Jandarmadan kaçarken kaza geçirmişti Özgür ve yoğun bakımda Ankara Trafik Hastanesinde yatıyordu. Jandarma ortadan kaybolmuş ve biz patlamaya hazır bir vaziyette oradan oraya koşuşturup duruyorduk. Kimileri jandarmanın bilerek Özgür’e çarptığını kimileri ise çarpanın bir sivil araç olduğunu söylüyordu. Ne yapacaktık? Konser olacak mıydı? Olacaksa nasıl olacaktı? 

Ve Zuğaşi Berepe, o gün o konsere Özgür için çıkmıştı…

“Denizin Çocukları” hayatımıza girmişti ve bir daha hiç çıkmayacaklardı. Yıllar sonra yollarımız Zürih’te bir kez daha kesişti Laz Uşakları’yla. Uzun uzun, müzikten, edebiyattan ve sanatçı duruşundan konuşmuş ve kendilerini öğrenci evimde ağırlamıştım… “Toplam sekiz kişiyiz” diyordu Kazım, “Her sekizimiz kendi düşünceleri doğrultusunda bir şeyler üretiyor. Sahnede söylediğimiz her şey isteyerek söylenmiştir. O anlamda, yani nabza göre şerbet, pek bir şey taktığımızı söyleyemem”. Sonra Zuğaşi Berepe dağıldı. Hala niye ayrıldıklarını bilmemekle birlikte yine mi ayrılma deyip üzüldüğümü hatırlıyorum. 

Ve Kazım tek başına VİYA diyerek müzik deryasına vücut açtı. Gitarını Rock’ın melodilerine salmış bir güzel çocuk ve geldiği toprakları dünyaya açan kocaman bir yürek. Ne güzel eylemiştin be Uşağum. 

Saat başı bir sanatçının(!) çıktığı topraklarda sanatçı olabilmek muhakkak ki bir marifet meselesidir. Dünyaya açılmak kepazeliği uğruna ingilizceyi resmi dil olarak benimseyen bir memlekette resmiyeti dahi bulunmayan anadiliyle müzik yapabilmek muhakkak ki bir sevda meselesidir. Dinlenebilmek/satabilmek uğruna en bayağı numaralara başvurulan bir piyasada kendi müziğini yapabilmek muhakkak ki bir yürek meselesidir… Marifeti, sevdası ve yüreği olanların omuzlarında duruyor bu dünya ve ne mutlu o dünya sol yanımızın ritmiyle dönüyor…

Kazım’ı binlerce insan uğurladı. Televizyonlar, gazeteler, radyolar Kazım’ı anlattı.

Dincisinden faşistine, sağcısından liberaline her kes Bizim Çocuk’un ne kadar büyük bir sanatçı olduğunu anlattı durdu… Oysa ki Kazım daha yolun başındaydı. Büyük bir potansiyel taşıyordu ve müzik için doğmuş bir Maradona’ydı; ama daha en güzel golünü atmamıştı. Hayat, ki lanat olsun demekten kendimi alamıyorum,  kızılağaç fidanını tepeden budamıştı…

Peki neydi Kazım’ı bu kadar sevimli yapan?

Vicdan…

Toplumlar ne kadar çürürse çürüsün muhakkak çıkınlarının bir köşesinde bir parça vicdan taşırlar… Kazım, birbirine, coğrafyasına, şehri vücuduna yabancılaşmış bir toplumun vicdanı olmuştu. Ve bunu yaparken alçak gönüllüydü. İki televizyon dizisine müzik yaptığı ve belki de bu yüzden bu kadar popüler olduğu için televizyonlara, Can Yücel’in dediği gibi, Kanalizasyon’lara düşmemişti. Televole programlarına günlük aşklarıyla, ne demekse artık, malzeme olmamıştı. Geldiği yeri unutmamış, en mütevazısından en büyüğüne toplumsal muhalefet yürüten gruplara sırt çevirmemişti. Moda deyimle en zirvede olduğu dönemde bile kendisine gelen etkinlik tekliflerini ret etmemiş, parasal fiyatını popülerliğine endekslememişti. Ve bunu yapabilecek biri mutlaka ama mutlaka kalbini solunda taşıyor olmamıydı. Bir gazete röportajında dediği gibi,

Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Karadenizliyim, ama hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim.

Kazım kalbini solunda taşıyan bir güzel çocuğumuzdu.

Müziğine Gelince;

Laz müziği tıpkı Kürt müziği gibi, uzun yıllar, İMÇ’de haraç mezat satılanlar kategorisinde yer aldı. Kürt Ulusal Hareketi’nin canlanmasından ve toplumsal muhalefetin bu uyanışa paralel gelişmesinden sonra Kürt kılamlarının melodileri uyduruk Türkçe sözlerle icra edilme eziyetinden kurtulmuş oldular… Karadeniz melodileri ise Zuğaşi Berepe’nin sahne almasıyla bir miktar kendi mecrasında akma şansı buldu. Karadeniz’in Temel ile İdris fıkralarından ibaret olmadığını Zuğaşi Berepe sayesinde anlayanların sayısı hiç de azımsanmayacak bir büyüklükte. Denizin Çocukları’nın yaptığı tek şey söz ile melodisini bir araya getirmek oldu. Ve böylece aşık maşukunu bulmuş oluyordu zira her dilin kendine has bir melodisi vardı ve bu melodinin notalanmış hali o dilin şarkılarının abı hayatıydı. 

Kazım solo çalışmalarında yerelden genele varmayı tercih etti. Ama hiç bir zaman yerele takılıp kalmadı çünkü sadece yerelle yetinmek bir kuyudaki suyun zamanla kokması misali eninde sonunda kokuşmak demekti. Kaldı ki yırtık pantolonlu bir rockçı’ya kabuğunu parçalama demek onu hepsetmek demekti. Sevgili Kazım hiç hapis kalmadı…

Zürih’teki “Gece”den sonra “Hocam biraz U2 kokuyor parçalar”  dediğimde “Aslında gideceğimiz yer Rock ama U2 kokuyor muyuz bilemeyeceğim demişti” Hastalığıyla boğuştuğu sırada bir gazeteye verdiği mülakatta “ Bir dönüm noktasına ulaştığımı hissediyordum. Bu hastalık vesile oldu. Artık Rock yapmak istiyorum demişti. Ve tepeden tırnağa sevince kesmiştim. Bir rocker olarak bundan daha iyi bir muştu olabilir miydi? Ama olmadı be sevgili Kazım… Koyverdin gittun bizi… Sanki acelesi varmış gibi… Sanki alacağını almış gibi… Sanki…

koyverdun gittun beni
allah’undan bulasun
kimse almasun seni
yine bana kalasun 

sevduğum senun aşkın
ciğerlerumi dağlar
hiç mi duşunmedun sen
sevduğun boyle ağlar..

gelevera deresi
iki dağun arasi
yuzunden silinmesun
biçağumun yarasi 

 

Hasan Sever

Zürih, 25 Haziran 2005