Karakoyun’un Hikayesi ve Kara Cahiller

karakoyun

Anadolu coğrafyasında yaşayanların malumudur. Temayüllere uymayan bir aşkın peşinden koşan Çoban, aşkına kavuşmak için büyük bir sınavı başarıyla atlatmak zorundadır.

Sınav ise üç gün boyunca sürekli tuz yedirilen sürünün üçüncü günün sonunda suya salınması ama sürünün bir ferdinin bile su içmemesinin sağlanmasıdır. Çoban bu koşulları şartsız, önkoşulsuz kabul etmek zorundadır ve eder. Sürüye üç gün boyunca çuvallar dolusu tuz verilir. Çünkü toplumsal hiyerarşi çoban ile Ağa (Bey, her neyse işte) kızının evlenmemesini sağlamaktır. Üçüncü günün sonunda sürü suya salınır ve sürünün başında çobanın en sevdiği Karakoyun vardır. Çoban kavalını çalmaya başlar ve kara koyuna yalvarır: “Kara’m, Karakoyun’um, sürümün padişahı, kader ortağım. Ne senden ne yardan geçerim. Geç suyu, içtirme sudan kimseye.” der kavalıyla. Çobanın derdini çok iyi bilen Karakoyun, sanki hiçbir şeyden haberi yokmuşçasına suya koşturur ve varır derenin ortasında durur. Karakoyun’un durduğunu gören diğer koyunlar da durur. Geçmek bilmeyen bir zamandır başlar ve gelip bir yumruk gibi oturur çobanın yüreğine. Çoban Karakoyun’un kendisini anlamadığını ve belki de anladığını ama susuzluğunun daha ağır bastığını ve çaresi kalmadığını düşünmeye başlamıştır ki, Karakoyun bütün muzipliğiyle başını suya doğru eğer ve ani bir hareketle tekrar kaldırıp, doğrudan karşıya geçer. Bütün sürü  Karakoyun’un peşinden tek bir yudum su içmeden karşıya geçer. Çoban sınavı geçmiştir. Tuzu çok sevdiği bilenen ve üç gün boyunca en çok tuz yedirilen Karakoyun bütün sürünün suyu geçtiğinden emin olduktan sonra olduğu yere yığılır: Karakoyun susuzluktan çatlamıştır. 

Bu hikayenin (destanın) İsviçre’nin bir milliyetçisi tarafından bilinmesi pek mümkün olmasa gerek.

Zira bunun için o insanın/insanların okuyabilir olması, dünyanın İsviçre’den ibaret olamadığını biliyor olması gerekir.  Eğer hal böyle olsaydı 21 Ekim 2007 seçimlerine ilkokul düzeyi dahi denemeyecek bir kara koyun / ak koyun afişiyle hazırlanıyor olamazlardı. Bilmeyenler için kısa bir özet geçmek gerekirse: İsviçre’nin sağcı ve ırkçı partisi SVP (İsviçre Halk Partisi) seçim propagandasının merkezine yine  ülkede yaşayan yabancıları aldı. Afişte İsviçre haritasının üzerinde otlayan ak koyunlar, İsviçre’ye girmek isteyen bir kara koyuna izin vermiyorlar ve onu tekmeleyip ülke sınırlarının dışına atıyorlar (Afişin ilkokul düzeyi bir zekayla hazırlandığını söylemiştim).

Bir: İsviçre bir otlak ve orada yaşayanlar da koyun değildir.

İki: İlla ki bir benzetme yapılacaksa koyun değil inek kullanılmalıydı (Madem ki ulusalcısınız).

Üç: Eğer siz kendinizi bu otlağın çobanı olarak görüyorsanız koyunlarınız arasında ak kara ayrımı yapamazsınız.

Dört: Eğer bir makbullüğü varsa, ki bana göre renkten öte bir anlamı yoktur, kara koyun daha dayanıklı ve koyun koyundur.

Beş: Lütfen kitap okuyun ve işe çocuk kitaplarından başlayın.

Bütün mazisini, ekonomik ve siyasi altyapısını, dünya tarihindeki oynadığı rolü bilmeme rağmen bir insanın (ne olursa olsun) milliyetiyle, diniyle, aşiretiyle, ailesiyle kısacası doğuştan sahip olduğu değerlerle övünmesine ve hatta o değerleri bir başkasına da kabul ettirmek istemesine anlam verebilmiş değilim.

Bütün içtenliğimle yazıyorum: Buna gerçekten bir anlam veremiyorum. Roma’da doğduğu için Katolik olan biri nasıl oluyor da “Damaskus’da (o bu isimle biliyor diye Şam yazmadım) doğsaydım kuvvetle muhtemel Müslüman olurdum diye düşünemiyor. Ve hakeza Konya’da doğmuş ve orada doğduğu için de Müslüman olan biri nasıl oluyor da “Yahu kazara! Roma’da doğsaydık belki de Aziz Petrus meydanının müdavimlerinden biri olurdum”u düşünemiyor. Bunları düşünebilmek, kaldı ki, kütüphanelerde ve üniversite sıralarında dirsek çürütmeyi gerektirir faaliyetler de istemez ki. Günümüzün gelişmiş ve belki de fazla hızlı veri (bilgi değil ama)  aktarım sistemi bunu çok kolay tasavvur edilebilir kılmaktadır. 

Yine aynı şekilde doğuştan sahip olunan tabiiyet bu kadar övüncü, bu kadar patırtı gürültü gerektirecek hangi mücevheri barındırıyor bağrında anlayamıyorum. Berlin’de doğduğu için Alman, Yozgat’ta doğduğu için Türk, Süleymaniye’de doğduğu için Kürt olmanın hiçbir takdire şayanlığı olmasa gerek. Hal böyleyken kalkıp koca insanlık tarihini ve kolektif bilim üretimini kendinden başlatmak olsa olsa bir ruhsal soruna işaret eder ki onun da yeri siyaset sahnesi değil, tebdilimekanda ferahlık vardır mukabilinde, bir ruh ve sinir tedavi merkezidir.

Üzerinde nice cümlelerin kurulduğu, nice sayfaların kitaplara çatı yapıldığı bu mevzuda daha fazla kelime sarf etmenin manasızlığa mana addetmek çabası olarak algılanabileceği tehlikesinden hareketle harflerimi durduruyorum. 

Dünyanın neresinde olursa olsun insanların daima enerji gerektirmeyen konulara meylettiği milliyetin, dinin ve aşiretin bu yüzden bu kadar çok malzeme edildiği çünkü bu malzemeyle aş yapmanın hiçbir birikim gerektirmediği ve beynin rölanti halinin dahi bu malzemeleri kullanmaya yetecek enerjiden fazlasını ürettiği malumdur. Ama her sürüde olduğu gibi insan sürüsünde de Karakoyunlar vardır ve onlar inatla beyin kıvrımlarının en ücra virajlarına kadar girip keşif yapmak derdinde olacaklardır. 

Karakoyunluğa gelince: İltifattır…

Marifet çığın önünde belli etmekse yüreğin ve beynin çapını, o çığ hem Alplerde hem de Cudi de denemiştir Karakoyunları. Gerisi mi, gerisi bir kaval ezgisinde ya Karakoyun ya da Lorke’dir….

Hasan Sever

Zürih, Ağustos 2008