“Esnafa döner dağıttığımız güzergahta yaz boyunca inşaat vardı. Her zaman kullandığımız yolu, o yaz mahalle arasında, evlerin önünden zigzaglar çizerek geçebiliyorduk. Güneşli bir İsviçre sonbaharıydı.
Yine inşaata gelmiş, tam mahalle arasına direksiyon kıracaktık ki, yolun trafiğe açıldığını gördük. Siyah asfalt nasıl pırıl pırıl olur bilmiyorum, ama öyleydi. Yol, ilerideki kavşağa kadar, henüz silinmiş pencere camı gibi temiz ve pürüzsüzdü. Arabada iki kişiydik. Patron, şoför koltuğunda, ben de yanında oturuyordum. Patron, yolun açıldığını fark eder etmez; önce sağ eliyle direksiyona tokat attı, sonra yolu göstererek, ‘Bu yolu yanlış yapmışlar’ dedi. Hiç unutmuyorum. Nasıl gördü? Nasıl anladı bilmiyorum? Üstelik henüz, sabah kahvesini de içmemiş; daracık yerde kuru kuruya sigar içiyorduk. Yol mu? Şu ilerde, otobana bağlantı yapan yol. On yıldır kullanılıyor. Bizim patron sizlere ömür. Yolun yanlış yapıldığını gördü ama kalbinin tıkalı yollarını göremedi. İş yerinde ölü buldular.”
Hayatta herkes bir şeyler biriktirir ya, ben de hikaye biriktiriyorum. Bu hikayeyi, bir tanıdıktan yıllar önce dinledim. Marmaray açılınca aklıma geldi. Arşivime baktım. “Bu yolu yanlış yapmışlar etiketiyle kaydetmişim,” orada öylece durup duruyor.
Tokyo-Londra arasını bağlayan(!) Marmaray, Zürih’e uğrar mı bilmem; lakin uğrayacak olursa İsviçreli mühendislerin “langsam” (yavaş) diyeceklerine şüphem yok. Buralarda her şey “langsam.” Memleketin ortalama kapasiteli bir müteahhidinin bir haftada kotaracağı işi, üstelik “hoch” (yüksek) teknoloji kullanarak bir, bilemedin iki ayda tamamlarlar: Langsam yani. Oysa, bilebildiğim kadarıyla, Almanca’da “acele işe şeytan karışır” diye bir deyim de yok; en azından bu netlikte yok.
Marmaray, Londra ile Tokyo’yu Zürih üzerinden bağlar mı bilmem; fakat “bu yolu yanlış yapmışlar” diyenle, “bu hattı 29 Ekim’e yetiştirin” diyen kafa aynı kafa. Birbirlerine, bulundukları coğrafyalardan azat, ayrılmaz bağlarla bağlılar; üstelik, biri sağda biri solda. Ne ara, içimize bu kadar “fake” (sahte) özgüven doldurulmuş bilmiyorum; kağıt üzerinde günlerce çalışılan, maketleri yapılan, laboratuvarlarda dayanıklılık testlerine tabi tutulan ve günlerce uğraş verildikten sonra yapılan bir yolu, tek bakışta, üstelik o ana kadar duruma dair en ufak beyin mesaisi tüketmeden “yanlış” görebilmek; paralelinde, açıldığı devri gün, elektriği kesilen, kapıları aksayan, motorları tıksıran bir projeye “yürür” diyebilmek, bence, her şeyden önce sevgisizlik gerektirir.
Hiç sevmiyorlar. Saygısızlar: Dağı taşı, börtü böceği, insanı ve kenti hiç sevmiyorlar. Sakat ve güdük kalmış beyinleriyle, mutsuz ve tatminsiz yaşıyorlar. Güç, güç, güç diye diye insanları, toplumları mutsuz ediyorlar.
Bu değildir!
Memleketi, bir memleketi, bir şehri, bir mahalleyi sevmek bu değildir!
Yapılan her neyse, geceden sabaha yetişsin demek sevgisizliktir, özensizliktir!
Geceden sabaha kurulacak kent, mahalle, sokak yoktur!
Geceden sabaha büyütülecek insan yoktur!
Üstelik, kentlerin de, insanlar gibi canı vardır; bildiniz mi!
Hasan Sever
Zürih, 30 Ekim 2013