Yazmak kelimelerden anlam türetmekse, sinema da nesnelerden görüntü yaratmak olsa gerek. Muharrir, aynı kelimelerden kaç anlam çıkarabilir bilemez ama, O’nun, bir nesneden sonsuz görüntü yaratmaya yakın durduğunu rahatlıkla yazabilir.
Peki tek başına görüntü müdür sinema? Eğer mana görüntüyse, evet. Neden olmasın ki! Kelimelerin zihnimizdeki çağrışımlarıyla, görüntünün zihnimizdeki çağrışımları aynı mekanizmayı harekete geçirmiyor mu? Eğer öyle değilse, ya kelimelerde ya da görüntüde bir sakatlık yok mudur?
Neredeyse hepsini günlük mesaiye vermek zorunda kaldığım enerjimin arta kalanıyla O’nu seyrettim. Seyrettiren yine de benim enerjim miydi yoksa O’ndan bana geçen enerji miydi bilemiyorum. “Sakın aşağıya bakma” dedi kendimi ajite edilmiş buldum. “Bana hakikat lazım” dedi kendimi “ermiş” hissettim. “Gözlerin için gereken parayı buldum” dedi kendimi sahiplenmiş hissettim. Giyotine gitmeden önce yanına gelen Peder’e “Evet, Peder, sizin için ne yapabilirim” dedi, müthiş mutlu oldum. Kısacası, dünyayı, bir kez daha, onun perdesinde ve onun gözüyle gördüm. Ve “Şehir Işıkları”nda gözleri açılmış kızın çok-anlamlı bir şekilde dediği gibi “Yes, i can see”
Sadece ama, “Monsieur Verdoux”yü yazıya konu edeceğim.
Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi sahneleri arasında gösterilen “Büyük Diktatör”ün final sahnesinden daha etkileyici ve daha sade bulduğum bir “Mahkeme Sahnesi”ni aktarıp, kapitalizme ve onun türevi olan faşizme dair bu denli çaplı ve çarpıcı soruları neden sor(a)madığımızı sorgulamak istiyorum. Üzerinden iki paylaşım savaşı ve sayısız, çatışma, vuruşma, sürgün, talan geçen yakın düşün tarihimiz, eğer bir korkaklığın pençesinde değilse, kesinlikle bir ikiyüzlülük gösterisinde mesai tüketiyor. Yoksa, kimse, yeterince veriyle yüz yüze olmadığımızı iddia edemez. Kaldı ki artık, kapitalist sistemin özüne vakıf olabilmek için, Chaplin’in dehasına sahip olmak da gerekmiyor. Bunu kendimize bütün içtenliğimizle anlatmak zorundayız.
“Ben” der Monsieur Verdoux “Aklımı tam otuz yıl dürüstçe kullandım. Sonra kimsenin ona ihtiyacı kalmadı. Kendi işimi kurmaya zorlandım. Ve dünya da beni bir seri katil olma yolunda cesaretlendirdi.”
İşte, gizin gizlendiği yer burası: “dünyanın hali” ve “iş kurma” zaruriyeti. Kapitalizmin manası/dehası/esası/yasası o “iş kurmada” gizli. Çoktandır üzerinde düşündüğüm “Firma” kavramıyla örtüştüğü için bu kadar heyecanla yazıyorum. Bilinir, Brecht,
“Banka kurmanın yanında, banka soymak nedir ki” der. (Was ist ein Einbruch in eine Bank gegen die Gründung einer Bank.)
Brecht’e yapacağım katkı şu: Firma kurmak, kriminal bir girişimdir.
Bu sonuca hem teorisine hem de pratiğine şahit olduğum burjuva iktisatından ulaşmış bulunuyorum. Yani meseleye dair, elimde/beynimde yeterince veri bulunuyor. Brecht kadar edebi söyleyemediğimi ve yaklaşık altı aydır kafamda çevirdiğim cümlenin henüz son haline ulaşmadığını da belirtmiş olayım. Eğer kurulan firma iş yapmış, büyümüş ve kara geçmişse, bu, suçun hasıl olduğu anlamına gelir. Yok eğer firma “batmış”sa, bu, eyleme geç(e)memiş bir “niyet” olarak tarihe geçer, ki, bugünlerde buna pek günah yazılmıyor.
Chaplin’in, “Tramp” tiplemesi dışında canlandırdığı az sayıdaki karakterlerden biri olan Monsieur Verdoux, kapitalizmin bilmem kaçıncı finanssal krizi yüzünden işinden olmuş bir veznedardır. Yani, çoğumuz gibi, beynini suç makinesine kiraya vermiş bir ücretlidir. (Ne kadar tanıdık bir durum, değil mi!) Monsieur Verdoux’nün tekerlekli sandalyeye mahkum bir eşi, bir de erkek çocuğu vardır. Babaç bir baba olarak ailesini “ele güne muhtaç etmeme”nin telaşındadır. Bunun için bulduğu yol ise, variyetli bekar/dul kadınlarla sahte evlikler yapmak ve onların paralarına el koyduktan sonra, onları ortadan kaldırmaktır. Filmde hiçbir öldürme sahnesine yer verilmez. Ön planda duran, para, borsa şirketi ve bir lokomotiftir. Her öldürme işinden sonra, “hızla” dönen lokomotif tekerleğine, “hızla” para sayan Monsieur Verdoux’ye ve “kaos” içindeki finans şirketine sahne verilir. (Ve bizler Chaplin’in 1947 yılında sahnesine aldığı “hız”ı şimdi bile doğru dürüst tartışamayız.) Bu, Chaplin’in, bize, esas katili göstermek için bulduğu dahianece bir yöntemdir.
Mahkemeye geliyorum. Monsieur Verdoux, polisten kaçması çok mümkünken, sistemle hesaplaşmak adına, neredeyse kendisini bilerek yakalattırır. Mahkemesi boyunca susar. Mahkeme başkanı, onu suçlu bulduklarını ilan ettikten sonra, ona, söyleyecek sözünün olup olmadığını sorar.
“Evet, söyleyeceğim” der. Ve şu unutulmuş düşünü dile getirir: “Bu dünya katliamlar için silah üretmiyor mu? Onlar da masum kadınları ve çocukları öldürmüyorlar mı? Üstelik çok bilimsel çalışıyorlar. Bir seri katil olarak ben onların yanında acemi kalırım. Ne var ki sinirlerime hakim olmak istiyorum, zira kısa bir süre sonra başımı kaybedeceğim. Yine de, bu dünyadan ayrılmadan önce şunu söylemeliyim: Hepinizle çok yakında görüşeceğim. Hem de çok…”
Bu, Chaplin’in, kapitalizmin ve belki de dünyanın, nasıl isterseniz öyle yorumlayın, sonunun yakın olduğunu ilan etmesidir. Dünyanın sonunun gelmemiş olmasından hayvani bir zevk aldığımızı itiraf edip, kapitalizmi sonlandıramamış olmamızı da salaklığımıza yazalım derim.
Aktarmaya devam ediyorum. Hücresinde giyotini bekleyen Monsieur Verdoux’nün yanına bir Peder gelir. İşte, Peder’le aralarında geçen o muhteşem diyalog:
Monsieur Verdoux: Evet, Peder, sizin için ne yapabilirim?
(Aslında bu kadarı bile yeterlidir. Yardıma ihtiyaç duyan Monsieur Verdoux değil sistemin, pederin, kendisidir. Yani hepsi aynı şeydir ve insan bunun dışında sadece kurbandır.)
Peder: Hiçbir şey oğlum. Sana yardım etmek istiyorum. Ruhunun tanrıyla barışık olması için geldim.
Monsieur Verdoux: Benim tanrıyla bir sorunum yok. Benim sorunum insanlarla.
Peder: Günahlarından pişman değil misin?Monsieur Verdoux: Neyin günah olduğunu kim bilebilir? Tanrının melekleri gibi o da göklerden gelme değil mi? Kimin kaçınılmaz kaderine hizmet ettiğini kim bilebilir? Hem günah kavramı olmasaydı siz ne iş yapıyor olurdunuz?
Peder: Şu anda ne yapıyorsam onu yapıyor olurdum. Acı çeken yitik ruhlara yardımcı olmaya çalışırdım. Geliyorlar (gardiyanlar bn) Senin için dua edeyim.
Monsieur Verdoux: Siz bilirsiniz ama beylerin beklemek isteyeceklerini hiç sanmıyorum.
Peder: Yüce tanrı ruhuna acısın.Monsieur Verdoux: Niye acımasın ki? Ne de olsa ruhum O’na ait.
Yıl 1947; yani, ikinci paylaşım savaşının hemen ötesi. Komünizmin büyük bir prestijle dünyanın üzerinde bayrak dalgalandırdığı zamanlar. Ve Chaplin, hem kapitalizmle hem de onun koltuk değneği kiliseyle bütün hesabını görmüş görünüyor. Evet, sinema bir görüntü sanatıdır ama üzerine kelimelerin serpiştirilemeyeceğini kim iddia edebilir. Kaldı ki, eğer görüntüye dair esaslı cümleleriniz varsa, bu, çifte sanata hükmetmeniz anlamına gelir ve zirvedir.
Günümüze gelirsek… Artık sinema salonlarında sorular yankılanmıyor. Adına “efekt” denilen gürültü kirliliğiyle iş kotarılmaya çalışılıyor. Beceriksiz aşçının lezzeti sosta araması misali, sinema “sanatı” da çareyi/parayı elektronikte arıyor. Çareyi bilemem ama parayı bulduğu kesin… Sinema salonlarına doluşan insanların tek kanala ayarlı algılayıcıları, çok sesliliği kabullenmeyeli çok oluyor zaten. “Sorusu olmayan niye sinema salonun gider” diye soracak olursanız. Buna verecek hazırda bir cevabım yok. En fazla, henüz pişmemiş bir kaç cümle sunabilirim size. Ve cümlelerden ilki “cevap müptelası” olduğumuzdur. Bu şu demek, soru sormaktan çok, hayatlarımıza yön verecek kolaylıklar peşindeyiz. Ve o kolaylık arayışı, hızla koyunlaşmaya götürüyor insanları; zira sorusu olmayanın cevabı da olmuyor…
Hasan Sever,
Zürih, 6 Mayıs 2010 (38 yaş yazısı)