Kurumuş dere yatakları, Anadolu platosuna atılmış bıçak darbeleri gibidir; dilim dilim keserler bozkırı. Derelerin suyu son damlasına kadar çekilmiş, çakıl taşları güneşin yanığında kararmış ve bir masal ülkesi bereketi küçücük, yassı, düz taşlara gömülmüştür. Hüznün her tonuna vakıftır buralar.
Yalnızlığın, sıcağın, soğuğun ve perişanlığın fotoğraflarıdırlar. Dağların ve tepelerin kurumuş göz yaşlarının izlerini taşırlar. Bir yalnızlık nasıl yaşanır, bir sessizlik nasıl anlatılır, her türlü canlının; kuşun kurdun göçü nasıl yansır bir coğrafyaya diye merak ediyorsanız, gidin görün o derelerden birini.
HES‘ler
Bu yazı, yazı rahmime, Rize’den çekilmiş bir “kurumuş dere yatağı” fotoğrafını gördüğümde düştü. Haber, inşaat halindeki bir HES (Hidroelektrik Santral)’in, su tutuş denemesinden ötürü kurumuş dere yatağını konu ediyordu. Nasıl yazsam, nasıl ifade etsem iç sızımı! Sanki kurumuş dere yatağı azmış gibi memleketimde, bir de biz çekiyoruz ya o toprağın suyunu canından, içime taşıyorum.
Bir insanın damarlarından kanını çekmek neyse, bir derenin suyunu kurutmak da o değil midir?
Rize’ye hiç gitmedim, o coğrafyayla tek gönül bağım, sevgili Kazım Koyuncu’dan ibaret. Ama sanki çocukluğumun, o ambar sıcağına mahkum, gün altında bunalan dere yatakları geldi durdu karşımda. Suyu olanın anlayacağı hal değil bu. Susuzluk çünkü, içinde kelime yeşertmeyen bir cümledir. Doğanın kuruttuğuna isyan ederken, insanın kuruttuğuna neyle karşı koymalı. Hem kim ve ne hakla; o taşlardan, kuşlardan, balıklardan, ağaçlardan ve kurbağalardan olur almadan kurutur ki bir dereyi. İnsanın, kendisini her şeyin üstünde ve her şeyi nefsi için görmesi hangi lanet efsanenin ürünüdür. Bütün kitaplar, kutsalı ve kutsal olmayanı, her şey insan için der ya, sinirden tel tel oluyorum. Bu insan denen mahlukat bu kadar mı bencil ve bu kadar bencilse hangi doğal mantıkla ve nasıl bağladı bu kadar canlıyı kendine.
Çocukluğuma işlemiş susuzluktan olsa gerek, düş kurmaya su bulmayla başlarım.
Su olmadan düş kurulmaz ki! Öyle değil mi? Su olmadan şehir, su olmadan şair olmaz; tarih olmaz. Bunu nasıl bilemezler. Bu cehalete kimin ne hakkı var! Suyu çekilmiş topraklara hangi enerjiyi ne halt üretmeye getirecekler. Ve o enerji, suyundan olmuş bunca canlının hangi derdine deva olacak. Ve o insan, o elektriği, bütününden koptuktan sonra neresini rahatlatmada kullanacak!
Haber, su tekrar dereye salındığında, bütün köylüler seyre geldiler, diye devam etmiş. Bütün köylüler, benim köylülerim, ki, kırk bin yıllık deryanın yanında durur da yüzmesini bilmezler. Benim insanım, ki, döner ırmağa sırtını, kurumuş ruhuna aldırış etmeden, kuru kuruya ekmek zeytin yer. Derenin kenarına suyu seyre gelmişler. Ve ben, vuslatın hikmetinden kelime çekmeye çalışıyorum; kuyu derin, ben acemi…
Abartısı yok, o coğrafyanın Türk’ü de Kürt’ü de Laz’ı da su akarken geçip karşısında bakadurur. Uzaktan bakıldığında birbirlerine benzemelerinin bir sebebi de budur zaten.
Şimdi, bir derenin canı alınınca, Rizeliler anlamışlar, onun, belki de kendilerinden evvel oraya ait olduğunu. Bir kaderci olsam bu da bir şey derdim, ama bildiklerim, kaderin kederine sığınmama izin vermiyor benim.
Bu sızıyı, büyük şehirlerin büyük binalarında plan yapan mühendisler duyar mı. Hayır! Bu sızıyı, büyük binaların, yumuşak koltuklarında oturan cüce ruhlu bürokratlar duyar mı. Hayır! Nasıl bir hayattır ki bu, gençliğimizi yaşamak için çocukluğumuzu, ihtiyarlığımızı yaşamak için gençliğimizi kurban etmemizi istiyor bizden. Bir de dönüp, bu hayatın sanatı niye yapılamıyor diyorum; objesi kalmamış hayatın sanatı mı olur!
Adına gelişmişlik, modernite denen bir belanın uğruna; çok uzak metropollerde kodlanmış planlara kurban oluyor hayatlarımız.
Burjuva iktisat kitaplarında neyin ruhu var ki derenin de bir kıymeti olsun. O dereler ki harita üzerinde birer mavi iptirler. Ve mavinin iştah açıcılığında hesap yapan enerji lobileri için ne anlamı var ki o habitatın. Kimin ömrü kime kurban kime ne. Hesapsız tüketime, dizginsiz kar hırsına yatırıyorlar ruhlarımızı; anılarımız, hafızalarımız ve cisimlerinde cisimleşmiş sevdalarımız birer ekonomik girdi şimdi. Geriye ne mi kalıyor? Sadece gövdenden müteşekkil insanlar. Ve yazar, o kötürümün kitabını yazsa ne yazmasa ne…
Hasan Sever
Zürih, 7 Temmuz 2010