Güneşli günlerde bu memleket bir başka güzel. Zaten, İsviçre güzel, bakımlı bir memleket, hani kartpostal güzelliği denir ya o cinsten; güneş de oldu mu güzelliğe taç oluyor. Fakat kurgulanmış her güzellik gibi işin ruhu biraz tatsız. Neyse, işte böyle güzel havalarda öğle arasına çıkmak istemiyorum çünkü dönüşü çok zor.
Bu zorluğu geçenlerde daha da zorlaştırdım. Çıktığım yetmiyormuş gibi tuttum bir de müzik evlerini dolaştım. Plaklar, plaklar, plaklar, İsviçre’deki ilk göz ağrılarım…
Uyduruk bir salon, salona açık bir mutfak ve yatak odası. Komşum bir Tamil’di. Biçare, kara kuru bir oğlan. Tamiller, bizim ilk dönem Alamancılar’a çok benzerler. Buram buram bir eskilikleri vardır. Tamil kardeşim, bir iki şeyden ibaretti: Sabaha kadar süren şarkılı danslı Hint filmleri; güneş gözlüğü ve telefon kartı; ha bir de biryantili saçlar. (Bir keresinde postayla gönderilen çamaşır yumuşatıcısı örneğini, “Saç kremidir, saçları çok iyi açar” diyerek, kardeşime vermiş, kardeşim, zaman kaybetmeden eve gidip, sürüp gelmiş ve bize bakarak “Schön oder?” demişti (Güzel, değil mi!). “Schön oder” arkadaş grubumuzda epey bir süre kullanılmıştı.)
“Schön oder” komşum, her gece bir Hint filmi seyrediyor, mübarek film, bitmek bilmediği gibi, duvar kağıttan olduğundan bütün şenlik, salonumuzun ortasında vuku buluyordu. O zamanlar Bollywood’un kulakların çok çınlattım ama komşumu ‘Mazlumun eğlencesidir’ diyerek sineye çektim; tanıdık bir durum. Yalnız, unutmadım, Tamil kardeşim haftada bir ev telefonumu kullanır, şifreli kartıyla memleketini arardı. Bir gün, kartın kredisi bitince, normal numaradan arayıvermiş, ben kardeşine esaslı bir fatura yazdırmıştı. Ödemedi. Alacaklıyım.
Müzik setim(!) hala duruyor, yalnız önce radyo, ardından CD çalar, en son kasetçalar ünitesi bozuldu. Koca alet gözümün önünde erim erim eridi fakat ana ünite “amplifier” hala ayakta; kullanıyorum (daha doğrusu, o kadar hatıra yüklü ki atmaya kıyamıyorum).
Bu babımız plaklara dair olacak.
Kaldığım ev, cumartesi günü kurulan eskici pazarına üç adımlık yerdeydi. Her cumartesi, pazarın kurulduğu, şimdiki çalışma ofisimin tam karşısındaki Kanzlei’a gider; bütün eskicileri tarardım. O zamanlar (bir şehir için “o zamanlar” veya “eskiden”le başlayan cümleler kurmaya başlamışsanız artık o şehirli olmuşsunuzdur) CD henüz piyasayı istila etmiş, plak her yerde ve her elde bulunan bir şeydi. İşte o arada eskiciler, ki çoğu aynı zamanda ev-iş yeri taşıma işi yapıyorlardı, işlerinden elde ettikleri çer çöpü getirip pazarda satıyorlardı. Çok kısa sürede meseleyi kavradım zira bu işi yapan bir iki de arkadaşım vardı. Pazara erkenden gitmek gerekiyordu çünkü “eski” işinden anlayanlar, pazara düşmüş kıymetli parçaları sabahtan topluyor, eksiğini gediğini giderip, ya tezgahlarında ya da mahalle aralarında konumlanmış müzik evlerinde satışa çıkarıyorlardı.
Zeki Müren’in sesinin güzelliğini Zürich şehrinde, o plakta keşfettim; artık bu, müzik haneme eksi mi artı mı yazılır bilemiyorum.
Mutlak bir muhtaciyet üzerine bina edilmiş güftenin derinliğinden yana şüphem olsa da, Müren’in gırtlağından çıktıktan sonra o artık şir ü şirin, abu hayat, kevser ırmağıdır…
Pazar esnafı, genellikle müzikten anlamıyor ama esnaflık damarı kabarık insanlardan müteşekkildi. Tezgahı karıştırırken bulmuş olduğunuz bir “parça”ya balıklama atlarsanız yandınız demekti. Esnaf, sizin kıymetli bir şeyi bulduğunuzu anında anlıyor ve fiyatı tavana dikiyordu. Övündüğüm şeylerden biri de bu numarayı çok çabuk keşfetmemdir. Pazarlık yapmaktan nefret eden ben, bulduğum bir Led Zeppelin plağına “köpek muamelesi çekip” hiç ilgilenmiyormuşçasına “fiyatı ne kadar” diye soruyor, sorar sormaz, başka bir plaka geçiyordum. Numaramı yutan esnaf, öylesine bir fiyat söylüyor, bense biraz oyalandıktan sonra “hani ayıp olmasın” manasında alıyormuş gibi yapıp, plağı alıp gidiyordum.
Şimdi o evlerde kalabalık fiyatlarıyla, bir sonraki hatıra mahallerini bekliyorlar. Bu evler, haşa dükkan demem, insanı içine içine çeken kokuları ve dinginlikleriyle benim mihrabımdırlar. Hafif bir müzik, her tarafta plaklar, müzikten anlayan bir çalışan veya sahip. Gir ve kal orada.
Plak önce CD’ye, şimdi de MP3 ve MP4’e boyun eğmişti. Kara diskin üstünde nota arayan iğne, sanırım pek yakında ancak hatıralarımızdan kelimeler seslendirecek. Ne diyelim, zaman, kendini üretirken tüketiyor da…
O dükkanlardan bir kaç tane kaldı; şimdilik, hatıralarına bağlı bir kaç insanın yüzü suyu hürmetine direniyorlar. Geçen yine ziyaretlerine gittim. Ne güzel yerler öyle. İnsan hiç çıkmak istemiyor.
Sahi, neden insanın sevdiği bir işi olmaz ki!
Şimdi gel de işe dön!
Hasan Sever
Zürih, 11 Şubat 2011
Vefa: Plak demişken bir de Ankara’ya gitmem gerekecek. Kızılırmak Sineması’nın üst sokağına tezgah açan ve hiçbir yerde bulunamayan “platin” değerindeki kasetlerin kopyasını satan o mübarek insan ne oldu acaba? Çoook müziğini dinledik. İğnesi bozulmasın!