Demir Tabut

“Doğaya karşı olan hiçbir şeyin (uzun vadede) yaşama şansı yoktur.” * Charles Darwin

(Annemin Hikayeleri)

Samanyolu’nun sol kola taraf, kıvrım kıvrım kıvrıldığı kıvrımların en kıvrımlısında; gerdanda boncuk, nazarda mavi, gözlerde hare bir gezegen varmış. Gezegenin yedi kıta yetmiş iklim atlasının ortasında, ben diyeyim kısrak başı, siz deyin deniz tepsisi bir ülke varmış. Bu ülkenin, başına buyruk, sözüne tomruk, halkına yumruk bir kralı varmış. Kral sert, huysuzun tekiymiş. Gece gördüğü rüyayı gündüze gerçek ister, gündüz yaşadığı sahiliği gece rüyasında pamuk istermiş.

“Ol” dedi mi olunmalı, “öl” dedi mi ölünmeliymiş.

Kral yine bir gün fakat bu sefer huysuzdan da huysuz uyanmış. Esmiş, gürlemiş; toplamış etrafına bütün sarayı. O kadar öfkeliymiş ki, kimse korkusundan, kralın neye kızdığını, kimin ona “haşa” yanlışlık yaptığını soramıyormuş.

“Derhal” demiş kral, “derhal savaş hazırlıklarına başlayın. Beyaz Ülke’ye savaş açacağız.” Danışmanlar, ulema, askeri uzmanlar, toplum mühendisleri, saray soytarıları ve cümle yalakalar davul zurna çalıp, kralın kararını kutlamaya başlamışlar. Fakat, içlerinden biri, henüz her şeyini krala teslim etmemiş olacak ki,

“Efendim” demiş, “haddime değil ama, en azından, savaş ilanında,  lafta da olsa bir sebep belirtmek gerekmez mi?”

Buz gibi rüzgar esmiş sarayın devlet isimli toplantı salonunda. Kral yerinden kalkmış. Karşı dağlardan bir kaç tanesi paldır küldür ovaya yuvarlanmış, güneş en karanlık bulutun ardına gizlenmiş, yakında akan bir kaç derenin suları olduğu yerde duruvermiş. Kral, varmış, soru soran danışmanın tepesinde durmuş. Danışman, ayakta, ellerini önünde kavuşturmuş, boynunu önüne eğmiş, tam olarak, ayak uçlarına bakar halde, kaderini bekliyormuş. Kral, nefesinden ateşler saçarak,

“Rüyamda” demiş, “iki bulutum gitti Beyaz Ülke’nin toprağına yağdı. Beyaz Ülke ya bana o bulutlarımı verecek ya da bulutlarımın ıslattığı o toprakları.” Biraz durduktan sonra, danışmanın kulağına eğilmiş, “sen de, kendi hakkında bir karara var.”

Bir saat sonra ülkenin bütün gazete ve internet sitelerinde Beyaz Ülke’nin yaptığı affedilmez hata ve buna karşı kralın aldığı makul karar yazılıymış: “Totaler Krieg” yani seferberlik.

Fakat sıkıntı bir değilmiş. Kralın savaşa hazır ne ordusu ne de ekonomisi mevcutmuş. Ama kral bahane istemiyormuş. Ülkenin her yanına haberler salınmış. Eli silah tutan herkes silah altına alınacak!

Hikaye işte,

Gazete ve internetin olduğu bu çağda savaş yine de ok ve kılıçla yapılıyormuş. Ülkenin bütün piyadeleri ve süvarileri toplanmış ama ordunun eksiği çokmuş. Başta kılıç, kalkan, süngü olmak üzere, bilhassa süvarilerin üzengi takımları neredeyse yok gibiymiş. Hemen, sarayın az ötesindeki demirciler çarşına, Başusta Demirci’ye emir gönderilmiş.

“Bir gece içinde ordunun bütün ihtiyaçları tedarik edile.”

Başusta’yı bir kederdir almış. Hemen, çarşının bütün usta, kalfa ve çıraklarını ocağa alıp işe başlamış; fakat iş çok, zaman kısa, kral insafsızmış. Bitiremezlerse öldürülecekleri kesinmiş. Bunu o anda çekiç sallayan, körük basan, demir eriten, duman yutan herkes biliyormuş. Yine de var güçleriyle çalışmışlar.

Vakit gece yarısına gelince ocağın kapısı açılmış. Kuşun yuvasında, yılınan deliğinde, ayının dahi ininde olduğu bu saatte içeriye kim girdi diye bütün yüzler kapıya dönmüş. İçeriye giren Başusta Demirci’nin güzelden güzel, akıllıdan akıllı, cesaretliden cesaretli kadınıymış.

“Başusta” demiş kadını, “nedir bu telaşın, doğacak güneşin durdurulabildiği nerede görülmüş?” Başusta durumu anlatacak olmuş, kadını müsaade etmemiş.

“Biliyorsun” demiş, “angarya sırası bendeydi. Bütün günüm sarayın mutfağında yemek yapıp, bulaşık yıkamakla geçti. Bu arada her şeyi duydum ve öğrendim. Yarına savaş var. Bunun için, kuştan sağdığım sütü, iki kere ısıtmak zorunda kaldım.  Meğer, savaştan önceki gün, kralın gece sütü iki kere ısıtılırmış. Sütü hazırlayıp kendi ellerimle çeşnicibaşına teslim ettim.” Gülümsemiş. “Hadi” demiş, “paydos ver ustalara, herkes evine gitsin. Yetiştiremeyeceğiniz kesin, bari son gecenizi azap içinde geçirmeyin, çoluk çocuğunuzun kokusunu alın.”

Başusta, makul bulmuş kadınının söylediklerini. “Hadi” demiş ustalarına, “yarın, yine hep beraberiz ama ateş ocağında ama dar ağacında, şimdi evlerimize dağılalım.” Tüm ustalar son geceleri için evlerine çekilmişler.

Ülkenin üstüne koca bir sessizlik çökmüş; gece kararmış, güneş çok çok uzakta kalmış. Fakat sayılı saat çabuk geçmiş. Şafak henüz atmışken, Başusta Demirci’nin kapısı gümbür gümbür çalınmaya başlamış. Başusta, sükunetle uyanmış, çocuklarını tek tek öpmüş, kadınıyla helalleşip kapıyı açmış. Kapıda, sarayın tellalı tel tel sallanıyormuş,

“Başustam” demiş tellal, “kralımız öldü. Dediler ki, Başusta, sağlam, kralımıza yakışır bir tabut yapsın.”

“Tamam” demiş Başusta. Bütün ustalarını toplamış. Kılıç ve üzengi için beklettikleri demirleri bir güzel eritip, tarihin ilk demir tabutunu yapmışlar. Kralı tabutun içine koyup, tabutun üstüne demirci alfabesiyle şöyle yazmışlar:

“İşbu tabuttaki insanın, sadece bedeni değil, ruhu da esir kalsın. Kalsın ki, topraktan sızıp, dünyayı bir daha kirletmesin. Yüce Gök başkasına bu tabutu nasip etmesin.”

Hasan Sever

Zürih, 24 Mayıs 2014

*Alles, was gegen die Natur ist, hat auf die Dauer keinen Bestand.