Evimiz kuzeye bakardı. Poyraz rüzgarını oradan bilirim. Coğrafya kitaplarının, “Poyraz, kuzey-doğudan esen bir rüzgardır” demesine bakmayın, o başına buyruktur, isterse güneyden bile eser.
Hangi mimari gerekçe yahut cümleyi bizim coğrafyaya uydurup şöyle başlatayım, hangi duvar ustası neyi düşünerek, bizim derme çatma toprak damın kapısını kuzeye açmış bilmiyorum ama, damın batı ve güney kısmının toprağa gömülü ve çok sonraları keşfedileceği üzere ikinci dönem bronz çağından kalma bir höyüğün kalbine yakın durduğunu düşünürsek, elde başka da bir yön kalmıyor. İşte o yön, sarısı insanın içine hüzün damlatan bu fotoğrafın baktığı manzaraya açılır.
Yol
Sol Yaka
Bir;
Fotoğrafın başladığı ya da henüz bittiği yerde köyün iki koca ceviz ağacından biri yaprak açardı: Cevizleri büyük, hırsızlığı zor bir ağaçtı. Hiç taş attığımı hatırlamam. Sonra, odun parasına, bir yokluk vakti, hızara teslim oldu. Kesilen ceviz gövdesi ama devrilen, kaybolan, ortak belleğimizdi.
İki;
Cevizin hemen önünde köyün en karakteristik evlerinden biri vardı. Hep sahipsiz hatırlarım. İki katlı; alt katında, çingenler köye geldiğinde kalay ocağı kurar, ateş ve duman içinde büyüklü küçüklü bakır kapları kalaylarlardı. Ben görmedim, belki de henüz doğmamıştım, fotoğrafın çok arkasında kalan evlerden birinde oturan Abi (Ali Amca ), – şahane tespih çeker, öyle ki tespih tanelerinin çıkardığı sesle bağlama akordu bile yapılabilir- bir keresinde, biraz da kendini övmek için “zamanında Nesimi (Çimen) bizim buraya kalaya geldiğinde, benden borç para istedi ama vermedim.” demişti. Abi’nin derdi yani övgüsünün muradı Nesimi’yle muhabbeti olduğunu bize anlatmaktı. Ondan sonra, ne vakit Nesimi Çimen’i düşünecek olsam, o evin alt katında, ateş içinde, bıyığının gölgesi duvara düşmüş biri gelir gözümün önüne. Sonra o ateş … biliyorsunuz …
O evin ikinci katına bir ara ayakkabı dükkanı açıldı. Biliyorum, bu bölüm, Hititler’i anlatırken aya yolculuk paragrafı gibi duracak ama gerçekten ayakkabı dükkanı açıldı. Hikayesini tam bilmiyorum. Bir sabah, evin önünde bir otomobil durdu. Tahtalar, çantalar, torbalar derken dükkan kuruluverdi. Rafları hatırlıyorum, çoğunluğu, cilcavat dediğimiz renkli plastik ayakkabılarla doluydu. Sonra, kurulduğu gibi kayboluverdi. Kapitalizm bizim köyde barınamamıştı. Ev eski sessizliğine, terk edilmişliğine döndü.
Üç;
Hala ayakta. Fakat sahipsizliği üstündeki otlardan belli. “At dikenleri”ni yanına almış olan bu ev, en samimi arkadaşlarımdan birinin, Hasan’ın eviydi. Şehirden köye geri dönmüşlerdi. Hasan’ın üstü başı hep düzgündü. Spor ayakkabısı ve kadife pantolonu vardı. Kitapları farklıydı. Tevhidi Tedrisat’ın üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçmiş ama köy okullarıyla şehir okullarının kitapları aynı değildi. Belli ki hayat bilgisi, köye, şehre göre değişiyordu. Hasan’ın annesi, köyün en titiz kadınlarından biriydi. Evi pırıl pırıldı. Okul açıkken, çoğu vakit, kahvaltımı onlarda yapardım. Peynirleri bizimki gibi yağlı değildi ama kömbeleri muhteşem olurdu. Hasan’ın babası, yapılı, saf, temiz bir insandı. Askerliğini sıhhiye olarak yapmış, askerlikten sonra, ateşler içinde yanan bir köylümüzün başında, “ölmezse, yaşar” demesiyle meşhurdu. Bu bence, o köyde, hatta koca Orta Doğu’da edilmiş, en yerinde teşhis ve bütün yaşanmışlığın en özet özetidir.
Dört;
Şimdi yıkılmış. Yetişemedim ama köyün ilk bakkalıymış. (Benim çocukluğumun bakkalı fotoğrafın arkasında sağda bir yerde, ayakta mı bilmiyorum, İmam Amca’nın (ki namı Mudur’du) bakkalıdır.) Temiz, kutu gibi bir evdi. Hasan evlendiğinde buraya taşındı. Bu başka bir Hasan. Annemin “kardeşleri”nden biri. Kavgacı, hur (dediğim dedik, inatçı), okul kaçkını ve köyün çalışkanlıkta İmam Amca ile ilk ikiyi paylaşan Pala Amca’nın tembel oğlu. Evlenip, buraya taşındı. Köylüler Hasan’a, eşini kastederek, “bu çirkini nereden buldun?” diye takıldıklarında, “siz, ona bir de benim gözümle bakın” cevabını verirdi. Gönül gözü var olsun. Yaşlanmış. Geçen, bir fotoğrafta zor seçtim.
Demin annemin kardeşi dedim. Fotoğrafın sağı soluyla değil bizzat hepsiyle ilgili olduğu için, yola bir cılgı açmak istiyorum: Annemin erkek kardeşi olmamış. Annem babama kaçtığında yahut birlikte kaçtıklarında, Nurhaklar’a yakın bir köyden kalkıp, Yoğunsöğüt namlı köyümüze gelmişler. Annemin babası, Kelo Dedem; yiğit, çapraz, sofrası bol bir insanmış. Misafirlerini yolcularken Yitme Gediği denen yerde çığ altında kalmış. Annem henüz çocuk. Bozkırda, erkek kardeş ve baba, biraz da akasya ağacı gibidirler. Dikenleri sert lakin gölgesi serin. Annem 35 yıl boyunca Nurhaklar’dan yana ziyaretine gelemeyecek baba ve erkek kardeş özlemiyle yanıp tutuştuğundan köyde bolca kardeş edinmişti. Kardeşlerin listesi şöyle:
Bir: Ali Şükran Amca. Kitap kalınlığında bir insan. Köyün tek namaz kılanı. İnsanı kamil, sohbeti değerli, enfiye kutulu, heybetli biri.
İki: Hasan Amcam, Mam Hasan. Öz amcam. Benim isim babam. Çalımlı. Kabadayı, Gururlu. Kuruhavci. Avcı. Dünya güzeli.
Üç: Hasan Amca. Lakabı şeytan. Zeki, muteber, biraz sivri dilli. Yaz tatillerinde köye döndüğümüzde mutlaka hal hatır sormaya gelir. Bana takılacağı zaman “Sarı” derdi.
“Hasan Amca nasılsın?”
“Nasıl olim Sarı. Hergün bir baştan bir başa köyü adımlıyorum. Bir gün bir adım fazla, bir gün bir adım noksan geliyor.”
Dört: Hasan. Demin bahsettim.
Beş: Sino Amca. Yolun sağında sırası gelince anlatacağım.
Annemin hayatta kalan iki kardeşi var. Ömürleri uzun olsun.
Yol
Sağ Yaka
Bir;
Demin köyün en karakteristik evlerinden biri dedim ya, işte onun karşısında da bir o kadar havalı bir ev vardı. Taş dolgu, geniş pencereli, arkaya doğru uzayan, ucu dışarıya çıkmış çatı tahtalarının arası kırlangıç yuvası dolu bir evdi. Gün batmaya yakın, evimizin üzerinden, yuvalarına dönen kırlangıç sürüleri peydah olurdu. Çığlık çığlığa, sanki bir daha güneş doğmayacakmışçasına telaşlı uçuşup dururlardı. Evin yola yakın tarafında musalla taşı büyüklüğünde, seki olarak kullanılan bir taş vardı. Cemal, çocukluk arkadaşım, ilk bafrayı bana orada ikram etti. Sonra ikramı kalabalıklaştırdık: Bafra, birinci, tekel tütünü ve çok ender de olsa maltepe sigarası.
İki;
Burnunu sudan çıkarmış buz dağı gibi bir kaya. Kaya değil de sanki bir sfenks. Gövdesi toprak, başı sivri bir kuş başı. Saklambaç oynarken en çok kullandığımız yerlerden biriydi. Hemen arkasına, hayvan pisliği atılırdı. Sonra, köyün, tekrar yükselme dönemine denk gelen bir zamanında ev önü oldu. Uzak bir köyden, Şerefli’den gelenler vardı.
Üç;
Özal, memleketi kalkındırma hamlesi başlatmış, durmadan elektrik direği dikiyor, yol yapıyordu. O direklerden bizim köye de dikildi. Elektrik gelmişti. Elektrik öyle bir şeydi ki, lamba prizine uzanan el ile, parlayan beyaz ışık arasına bir kaç ışık yılı karanlığımızı sığdırmak mümkündü. Kimse kimseye bunu demiyordu ama herkes herkesin yüzüne, “biz daha önce nasıl görmüşüz” diye bakıyordu. Geceler karanlık değildi artık. Evlerin dış kapılarının üstüne kondurulan lambalar sabaha kadar açık bırakılıyordu. Fakat en güzeli, evet en güzeli buydu, radyolar pilden kurtulmuşlardı. Yetmemiş, teyp patlaması, daha sonra müzik seti dendi, olmuştu. Pek tabii o zamanlar Facebook, twitter yoktu. Sosyal paylaşım, teyplerin pencere önüne konması ve sesin köklenmesiyle mümkün olabiliyordu. Peşinden renkli televizyonlar geldi. Müziğin sesi kısıldı, pencereler kapandı, çocuklar çelik çomak oynamaz oldular …
Dört;
Sergio Leone’nin eline düşse, “İyi Kötü Çirkin” filminin afişinde Lee Van Cleef’in yerinde onun ismini okurduk. Yahut, kazara Yılmaz Güney’le tanışsa, Yılmaz ona, “İşim var, bu sahnede benim yerime sen oyna” diyebilir ve biz hiç fark etmezdik. Hiçbiri olmadı, Asghar Ferhadi, “Tozda Dans” filminde baş rolü kesin Sino Amca’ya verirdi. Yılandan korkulmaz mı? Sino Amca korkmuyordu. Korkmamakla kalmıyor, yakaladığı kimi yılan yavrularını tütün tabakasına koyup, “Tütünü yeni aldım. Bi’bak bakalım tadı nasıl?” diyerek, yılandan korkanlara öldüren şakalar yapıyordu. Bu şakadan muaf olan tek kişi, bacısı, yani annemdi. Annem, bırakın yılanı görmeyi, yılanın adını duysa korkar.
“Bak Şerfe (Şerife), bir kere dokunsan var ya, artık ömür billah korkmazsın.”
“Sino, kurban, öyle bir şey yapma. Kardeş hakkımı helal etmem.”
Sino Amca dehşet avcıydı da. Gözünü daldan budaktan sakınmaz; fakat sinirlenince Allah yarattı demezdi. Yolun sağa kıvrılmaya başladığı köşede evleri vardı. Sonra, selvilerden öteye taşındılar. Köye telefon geldiğinde, köyün ilk ve tek telefonuna santrallik yaptı.
Yol
Kıvrım Noktası
Çeşme. Teneffüslerde koştura koştura gelir su içerdik. Köyün tek musluğu. Hayrat. Ötede, siyece içre gri sıva gibi görünen yapı doktor ağabeyimin Mam Hasan adına yaptırdığı yeni çeşme.
Şimdi orada, “Su gibi aziz ol” duasıyla aktığı söyleniyor.
Bi’de, Konfüçyüs’ün “Yol, hedefin kendisidir” dediği yol var.
Cemal Süreya, Üvercinka şiirinde “Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız” der ya, işte o hesap. O zamanlar, şimdi selvilerin gölgesinde çatı çürüten okuluma, bu yol üzre dünyaya doğru giden bir çocuktum.
Şimdiye, fotoğrafa bakıyorum da, yol o kadar uzun görünmüyor; fakat yol mu kısılmış, gölgem mi uzamış bilmiyorum…
Hasan Sever
Zürih, 13 Ağustos 2014
Foto: Hülya Elbistan
