1988 yılında, lise içi düzenlenen futbol turnuvasında finale çıkmıştık. Ankara Atatürk Lisesi’nin şimdi otoparka çevrilmiş olan bahçesinde oynadığımız yarı final müsabakası hayatımın en büyük ve dramatik futbol müsabakasıdır.
Hücuma yakın orta saha oynuyordum; bunu şimdi biliyorum. Toparlak, kısa boylu ve yaşıtlarına nazaran güçsüz bir çocuktum. Islak zeminde (zemin betondu) oynanan maçta, meşin olmayan yuvarlak, su almış, kurşun gibi ağırdı. Ve benim gücüm topa, hani neredeyse, yetmiyordu.
Karşı takımın kalecisi, Uğur, orta ikiden sınıf arkadaşımdı. Yaramaz, muhabbet, sevimli ve komik bir çocuktu. Ve şimdi karşı takımın kalesinde, uzun boylu, bıyıkları terlemiş, üstelik kaleci eldivenleri olan bir delikanlıydı. Şaşırtıcı ama, Uğur’a o gün de böyle bakmıştım. Ve ben, Uğur’un yanında henüz orta ikibuçuktaydım.
Maçın hikayesi bulanık: Kaç dakika oynadık, devre kaç kaç bitti, kim gol attı, hatta gol atıldı mı hatırlamıyorum. Hatırladığım ve hatıratımın omurgasını oluşturan şey maçın penaltılara kaldığıydı.
Şunu açıklıkla ifade edeyim. Karşı takım bizden daha güçlüydü ve iyi oynamıştı. Klasik temenni yerine gelse, maçı onların alması gerekirdi; olmadı. Çoğu zaman olmadığı gibi bu sefer de iyi oynayan “henüz” kazanmamıştı.
Maçı, lisenin futboldan sorumlu, halka/öğrenciye (en) yakın, adını unuttuğum beden eğitimi hocası yönetiyordu; iyi de yönetiyordu. En azından, bende, hakeme ait bir not kalmamış. Bir parantez açayım (Beden eğitimi öğretmenleri içinde öğrenciye yakınlık sıralaması şöyledir (yakından uzağa doğru): Futbol, Basketbol, Jimnastik ve Voleybol. Yalnız, resmi verilerde geçmeyen ve öğrenciye en en yakın olan ise (bir çeşit devrimci) “serbestsiniz çocuklar” diyendir. İşte onlar “dadından yenmez öğretmenlerdir. Bir parantez daha açıyorum. Aynı öğretmenlerin içinde, hayatımın en feci dayağını yediğim bir öğretmen de vardı (ortaokul üç). Biz lise ikideyken, öldü; zerre kadar üzülmedim. Ölümüne üzülmediğim tek insandır. İki parantezi de kapatıyorum.
Penaltıların atılacağı kale, okulun ana girişinin hemen sağındaki kaleydi. Sezenler Sokak’a bakan ana giriş, bir “nizamiye”yle gün boyu kontrol altında bulunduruluyordu.
Bir bekçi, iki öğrenci ve bir nöbetçi öğretmen, ders saatleri boyunca burada asayiş nöbeti tutarlardı. Şimdi buna bilgisayar dünyasında “port bekçileri” deniyor; ya da “firewall” Ne kadar anlamlı değil mi? Okulu bir (işletim) sistemi olarak düşünürsek, bu kapılar sistemi “şehir”den koruyan güvenlik mazgalları oluyorlar. (Pink Floyd’un The Wall filmindeki o müthiş fabrika gibi; “hey hoca, çık dışarı!”) Kimi kimden koruyoruz? Neyse. Penaltılara geleceğim ama daha önce, o “nizamiye”de tanık olduğum bir hikayeyi anlatayım. Bu, hayatımda, kısa mesafede tanık olduğum ilk “yalakalık” vakasıdır. Müdür, müdür muavini (yaşlı, sevimsiz bir bayan; baş muavin değil) ve ne yazık ki sarışın bir matematik öğretmeni. Matematiği iyi olan bir talebe olduğumdan, matematik öğretmenleri gözümde hep yarı kutsal birer canlıydılar. Neden mi? Bilmek istediğim bir sürü şey biliyorlardı da ondan.
Nizamiyede nöbetçi öğrenci olduğum bir kış günü, nasıl olmuşsa olmuş, müdür, müdür muavini ve kuvvetle muhtemel nöbetçi olan erkek matematik öğretmeni soba başında bir araya gelmişlerdi.
Ve yine sobanın üzerinde, kim almışsa almış, kestaneler pişiyordu. Müdür, uzun boylu, pardösülü, bıyıklı, atletik yapılı, branşı beden eğitimi olan, iki eşi olduğu söylenen, kocaman elli, Gazi mezunu bir (ne diyeceğimi bilemedim) biriydi. Zamanında “Komando” olduğuna dair “kısık sesli” söylentiler dolanıyordu ve ben bunun siyasi manasını üstünkörü bilebiliyordum. Müdür, etrafında iki öğretmen olduğu halde bütün kasvetiyle oturuyor, çok az konuşuyor ve hatta mümkün mertebe hareket etmemeye gayret gösteriyordu. Müdür muavini bayan hoca, pişmiş kestaneleri kabuğundan ayırıp “zatıalileri”ne servis ediyor, “zatıalileri”, uzatılanları büyük bir rahatlık ve hak sahipliğiyle alıyor, afiyetle yiyordu. Matematik öğretmeni ise, konuşmalardan anladığım kadarıyla müdürle aynı üniversitedendiler, “zatıalileri”nin bir toplantı/gösterideki kahramanlığını anlatıyordu. Yine aklımda kaldığı kadarıyla: “Efendim, siz içeri girdiniz. Yine üstünüzde buna benzer bir pardösü, tiril tirildiniz. Bir açıklama yaptınız, her kes susmuştu…” mukabilinde bir cümle kuruyordu. Açıklama neydi, yer neresiydi, neyin toplantısıydı hatırlamıyorum. Gerçi herhangi bir illegalite dertleri yoktu, belli ki beni fasulyeden (biz fasulye değil de mısır derdik) sayıyorlardı. Sizi temin ederim, bunun bir yalakalık gösterisi ve gerçekten mide bulandırıcı olduğunu o zaman da düşünmüştüm. Yanılmıyorsam yıl, 1986 idi. Ve yine şimdi düşünüyorum, sanki ben, köşeye kurulmuş bir video kamera gibi, bu görüntüleri yutuyordum. Bugün bile gözlerimi kapattığımda, o sahneyi bütün çıplaklığıyla görebiliyorum. Babı kapatmadan, kim ne derse desin, yalakalık, çekenin ve çekilenin bütünüyle farkında olduğu bir gösteridir; sanırım, insan egosunun en ilkel zayıflıklarından birinden besleniyor.
İşte o “yalak nizamiye” tarafına atılacak penaltıların kimler tarafından kullanılacağı söz konusu olduğunda, ben, “arkadaşlar ben atmıyorum, ona göre” demiştim. Gerçekten, penaltı atacak ne gücüm ne de cesaretim vardı.
Ama en çok cesaretim yoktu. İlk beş penaltı atıldı ve tıpkı maç gibi penaltılar da berabere bitti. Teklilere geçildi. Karşı takım, topu dışarıya attı; başka türlüsü mümkün değildi zira bizde topu tutacak bir kaleci yoktu. Şimdi sıra bizdeydi.
Ahmet, Ahmet Güney: Sarışın, orta boylu, ince, parasız, yatılı, öksüz, karadenizli, konuşkan, beşiktaşlı, takım elbise röveşata, kısmen bitirim ve en yakın arkadaşım, topun başına ikinci kez geçtiğinde, ben, hayatımda ilk kez (ve hatırladığım kadarıyla son kez) tanrıya yalvardım. Yalvarma anım, gözlerimi kapattığım, ellerimi çene altında birleştirdiğim ve başımı yukarıya çevirdiğim hala gün gibi hatırımdadır.
Neyse… Ahmet Güney, topu, beyazı belli olmayan penaltı noktasına bıraktı. Ahmet Güney, toptan uzaklaştı. Ahmet Güney, topa geldi. Ahmet Güney, tam topa vuracakken, kaydı. Lanet olsun, ayak, topu ortalayamadı, topun üstüne vurdu. Top yavaş yavaş, hani neredeyse nazlana nazlana, yolu yarıladığında, neyse ki, Uğur ters köşeye yatmıştı. Görüntü ağır çekime geçti… Top, kale çizgisine geldiğinde, Uğur yatışını tamamlamış, kalkmaya durmuştu. Kale çizgisinin bir kısmını içine alan su birikintisi, topun hızını iyice kestiğinde, hayatımın en uzun anlarından birini yaşıyordum ve yine o an, top, yani Ankara Atatürk Lisesi’nin bahçesindeki tek hareketli nesne, hesabını mümkün değil yapamayacağımız bir fizik kuralı aklıyla; maratonu koşmuş bir koşucunun, ipi göğüsledikten sonraki dramatik güç kaybıyla yere yığılması gibi, son görevini yerine getirdi; yüzüp, çizginin öte yakasına yığıldı kaldı. Ve bunun futbolda tek bir adı vardı: Gol!
O günün etkisi midir bilmiyorum ama, zaman zaman şöyle düşünmüşümdür: “Hayatımızı finaller belirliyor olabilir fakat onun sanatı, kesinlikle finale kalmaktır.”
Biraz da bundan olsa gerek, “final insanları”nı, “lider”leri pek sanatsal bulamıyorum ve sınavlardan nefret ediyorum. Toplumların bilinç düzeylerini yükselten olayların, “zaferler/mağlubiyetler” olmadığı, verdikleri “mücadeleler” olduğu, belki de bu dediğime bir paralellik arz ediyordu. Ve buradan bakınca, referandumun ve basketbol maçının sonucu, sanki biraz tali kalıyor. Ne dersiniz?
Yoksa yenilgilerime kılıf mı arıyorum!
Hasan Sever
Zürih, 12 Eylül -de cesaretiyle baş başa kalmış bütün insanlarıma – 2010
Not 1: Finali, edebiyatçılara karşı oynadık ve Çok-0 kaybettik. Sanırım “çok” hafızadan silinmesi gereken bir rakammış; hatırlamıyorum.
Not 2: Yazıyı klavyeye aldığımda basket finali (Türkiye-ABD) henüz oynanmamış ve referandumun sonucu belli değildi.
Not 3 (bugünden): Referandumu kaybettik; basket finalini ABD kazandı.