“Geçer ama Getmez”

Geçer ama getmez

90’lı yılların başında, Ankara Metrosu yapımı nedeniyle Batıkent otobüslerinin Kızılay durakları sık sık yer değiştirirdi.

Yine o değişikliklerin birinde, gecenin geç bir saati, durak olabileceğini tahmin ettiğim bir kalabalığa yaklaştım ve kalabalığın az dışında duran, takım elbiseli, kravatı hafiften yakadan çıkmış orta yaşlı birine, şimdi numarasını hatırlayamadığım otobüsün oradan geçip geçmediğini sordum.

Adam, ummadığım bir şive ve sarhoşlukla, “Yegenim” dedi, “o ötöbüs burdan geçer ama getmez.”

Üzerinden yıllar geçti. Her aklıma geldikçe gülümserim. Sarhoş diyalogları meşhur olan memleketimde belki de sıradan bir vaka bu, ama ben, “geçip getmeyen”e hep bir önem addettim. Geçenlerde, mesai çıkışında, yine hatırladım. “Açılım”ın şiddet sarmalına sardığı Kürt Davası’nı kafamda çevirirken, iki şeyin bir birini bulduğunu hissettim. Meğer, sarhoş, yıllar önce, ki o zaman da gündemde şiddet vardı, bu durumu tarif etmiş: Her yerimizden geçen, her yerimizi tarumar eden ama hiçbir yere gitmeyen bu durumu… Ve belki de bir salaklaşma hali, hem de bütün bir coğrafyayı kapsayacak şekilde…

Peki biz bu kadar salaklığı ne zaman ve neremizde biriktirdik?

Tekrar sarhoşa gelmek istiyorum. Muhtemelen bir orta anadolu şehrindendi. Gitmek istemediği bir adresin otobüsünü bekliyor, geceye kalmış; hangi devlet dairesinin hangi memuruydu, kim bilir? Eğer o gece o sarhoşlukta cümle kurması gerekmeseydi, memuriyet gördüğü dairede ortalama bir Türkçeyle karşıma çıkacak ve şekilsiz, kıvamsız bir ilişkinin tümleyeni olacaktı. Saklımız, gizlimiz ve komplekslerimiz olmasa ne iyi olacak! Neylersin ki öyle değiliz.

Gerisini yazım dışı tutuyorum;  bizim şivelerimiz gizli kimliklerimiz gibidir, nedense (bilmiyormuşum gibi) hep saklama ihtiyacı duyarız.

Ortaya çıkmaları kontrolümüzü kaybettiğimiz zamanlarda olur; ya kızgınızdır ya da sarhoş. Ama bir ömür kızgınlık ve sarhoşlukla geçirilemez ki; hem biz, henüz o kadar şair de değiliz zaten. 

Şivelerin, dilleri dillendirmiyorum bile, saklanmaması gerektiğine ve hatta büyük bir keyifle kullanılmasının insanları müthiş rahatlattığına İsviçre’de şahit oldum.

İsviçre Almancası bir sürü diyalektten oluşur: Bern, Zürich, Basel, St. Gallen, Apenzell. Ve bölgenin sakinleri her hangi bir komplekse kapılmadan kendi şiveleriyle konuşurlar. Biz “yabancılar”ın en çok kullandığı cümlelerden biri “Können Sie bitte hoch Deutsch sprechen” dir. Türkçe’sini şöyle tarif edeyim. Bir İsviçreli Kırşehir’e çalışmaya gelir ve bürokratik bir iş için valiliği arar; valilikte memuriyet gören Kırşehirli, kendi şivesiyle meseleyi anlatmaya koyulmuştur ki, İsviçreli, araya girer: “Rica etsem İstanbul Türkçesi kullanır mısınız” der. Ve Kırşehirli, durumdan hiçbir vazife çıkarmadan, “tabii” der ve İstanbul Türkçesi’yle konuşmaya başlar. Bu örneği, ülkeler arasında birebir karşılaştırmaların pek bir sonuç vermediğine inanan biri olarak verdim. Derdim mübalağa yapmak. 

Bu özgürlükten ve rahatlıktan çok çok uzak olduğumuzu düşünüyorum. Ve hatta tersinin, toplumsal rahatsızlığın yani, artık rahatlık mertebesinde kanıksandığını düşünüyorum.

Ne oldu yani? Bütün şehirlerin şivelerini öldürdük de memlekette Türkçe patlaması mı yaşadık? Kürtçe yasaklandı da Türkçe’nin kelime sayısı mı arttı?

Bir Düzceli, Bartınlı, Ermenekli, Elbistanlı okul sıralarında ve huzura çıktığı Ankara, İstanbul şehirlerinde “Yüksek” Türkçe kullanınca memleketin edebiyat katsayısı mı arttı? Dile takıntısı olan ve bu yüzden neredeyse edebiyat takip edemeyecek duruma gelen birinin iç sızısıyla yazıyorum bunları. Türkçe hariç üç tane buçuk dili olan biri olarak iddia ediyorum ki, yeryüzünde Türkçe kadar hor kullanılan başka bir dil yoktur. Ve bu hor kullanmanın en büyük failleri de dilde bir etnisite arayan beyinsiz kafalardır. İşte onlardan, bu horluğu “kendi” diline reva görenlerden, “siyaset” umuluyor. Ne mümkün!

Kim, bunu, nasıl ve ne cesaretle sokmuşsa işin içine, aynı cesaret ve büyük bir vicdan borcu olarak çekip çıkarmamız gerekiyor.

Hiçbir dil hiçbir etnisitenin inhisarında değildir; olamaz.

Dili “ulus” olmanın denklemine sokanlar, korkaklardır çünkü dil bizim sahip olduğumuz siyasi çapın çok üstündedir. Siyasetin üstündedir demiyorum, insanevladının yapabileceği siyasetin üstündedir diyorum. Biz, bütün dünyalılar, henüz dilin ne demek olduğunu anlayamamış hayvanlarız.

Açın Türkçe’nin üzerini, içinde Kürtçe’yi bulacaksınız; tersi de doğrudur. Farklı dil ailelerinden geldikleri sadece bir klasifikasyondur. Herkesin dilinde değil mi bin yıldır birlikte yaşıyoruz diye. E o zaman sormazlar mı bu bin yıl içinde el işaretleriyle mi anlaşıldı?

İki dilin iç içe geçmesi sadece birbirlerinden kelime almayla olmaz, bir birlerine düşünme biçimi aktararak da diller ortak noktalar oluştururlar. Türkçe’nin bu kadar berbat kullanılmasında Kürtçe’ye yapılan eziyeti göremeyenler dil(lerin)i sevmeyenlerdir; dili sevmeyenler insanı da sevemezler. Çünkü dil olmadan insan olmaz…

Sarhoşun, alkolün verdiği rahatlıkla saldığı cümleler, hem telaffuz hem da mana olarak bir ülkenin kederine denk geliyorsa, bu bir tesadüf değildir.

Dil yalan söylemez ve kim kullanırsa onundur.

Şimdi (yine) silahların konuştuğu ülkemde ne sınır çizmek ne de var olan sınırların içinde herkesi aynılaştırmak isteyenlerin dilinde ve bir sarhoşu ayık halimle yorumlamanın eziyetiyle yazıyorum.  Yan yana olan “yek”leşmek zorunda değildir. Türk Vatanseverlerinden, Kürt Yurtseverlerine kadar bir sürü insanın belki de “psikopatlık” damarına basmış olacağım ama şehirleşmeyi bilmediğimiz ve tarla kültürünü aşamadığımızdan; birileri, komşunun evini çadır sanırken; diğeri, illa tarlamın sınırı diye tutturuyor, halbuki çadır dediğin Mezopotamya’nın kentlerine yenileli asırlar oldu. Sınıra gelince, Nazım demişti, yorumumu katayım: İnsanın teninde başlayıp teninde biteninden gayrısı makbul değildir ve hırsızlığa girer…

Hasan Sever

Zürih, 9 Temmuz 2010