Büyükler için La Fontaine

Karikatür: Selçuk ERDEM

Nereden geldiği belli olmayan hüznün içinde, parasız yatılıda geçen talebeliğini; burs almasa mümkün değil gidemeyeceği dersane günlerini, memlekette standara bağlanmış yoksulluklarını düşünüyordu. Geçmiş, yamalı elbiseden farkısızdı.

Neyse ki çalışkandı. Çalışkan ve gerçekçi. Memleketin en iyi üniversitesinin en iyi bölümünü kazandığında, şuncacık olsun sevinmemiş, ailesinin onu oraya hangi parayla göndereceğini düşünmeye başlamıştı.


Selçuk Erdem

Abö ile Karo

Evet fakirdiler; fakat hiçbir fakirlik, o okulun o fakültesine gitmeye mani değildi. Buna ne yer ne gök razı gelebilirdi. Gelmeyenlerden biri de, ilçenin, yine memleketin standartlarından olan, müteahhitlikten belediye başkanlığına terfi etmiş, kilolu, esmer, terli başkanıydı. Haber duyulmuş, çok geçmeden kapıları çalınmıştı. Kalabalıktılar. Ellerde hediyeler, boyunda kravatlar; iskarpinli ve terli erkekler doluşmuştu içeriye. Misafirler geldi, misafirler gitti. İlçenin medahı iftarı okutulacaktı. Cebine otobüs bileti, yüklü bir harçlık ve ÖSYM sonuç belgesinin arasına belediye bursu konup, Ankara’ya gönderildi. Yalnız gitti, yalnız kaydoldu, yalnız yurda yazıldı.

“Bu da ne ki diyordu” içinden. “Ben parasız yatılı okumuş insanım, burası beş yıldızlı otel.” Otelin odasında altı kişiydiler. Altlı üstlü üç ranza. Dipteki üst ranzada yer verdiler; hiç ses etmedi. Başladı okumaya; zehir gibiydi. Yurt bursu çıktı; bedavaya kaldı. Yemekhane bursu çıktı; bedavaya yedi. Harçlık, belediyeden geliyordu. Ayaklarını uzattı, tıpkı şimdiki gibi; derslerini çalıştı. Fakat çok mu çalışmıştı ne, şeref listesinden mezun olduğu gün, aklında birinci sınıftaki o kız vardı. Tam aşık olacaktı, calculus sınavı araya girmiş, o kız da bir daha semtine uğramamıştı. Neyse. Okul bitti, şimdi iş zamanı. Hemen iş buldu. Zaten üçüncü sınıftan itibaren bir şirkette yarı zamanlı çalışıyordu. Zamanı ve maaşı tamama erdirip, çift imzalı bir kontratla işi sağlama bağladılar. Şirket kendisini, kendisi şirketi bırakmak istemiyordu. Hayatındaki karşılıklı ender ilişkilerden biriydi. Sonra nasıl oldu anlamadı ama, üniversiteden değil de, sudan çıkmış balık gibi görmeye başladı kendini. Ne bir merhaba, ne bir güle güle, ne bir şerefe; git gel iş olmuştu hayatı. Tamam, okulda da çok sosyal olduğu söylenemezdi ama, yine de, akmasa da damlayan bir çevresi vardı. Anne babasıyla ilişkisi ara sıra para göndermekten ibaretti. Gönderiyordu. O başkan hala belediyenin başındaydı. Kaç kez ilçeye davet edildi, gitmedi.

Sonra, yurt dışı mesaisi başladı. Bütün Türkik cumhuriyetleri, yüksek bir Türkçeyle gezdi. Askerliği kısasından yaptı. Bu da hayatının ender talihlerindendi. “Sen lazımsın demişti” büyük şirketin büyük patronu, ”Bir sürü gereksiz insan var, onlar senin yerine yapsın.” O gereksizler askerlik yaparken, gerekli olan kendisi de patronu için para kazanıyordu. Çalışkandı. Çalışkandı. Çok çalışkandı. Ömür, elliye merdiven dayadığında, batık bir gemiden arta kalan tahta parçası gibi, su almış, kararmış; ağır ve yorgundu. İlk kumsala ayak basmak, kıçını yere koymak için içinde, önüne geçilmez bir istek vardı. Öyle de yaptı. Şirketin merkezine tayinini aldırdı ve biriktirdiğiyle, işte şu anda bunları düşündüğü bu bahçeli evi aldı.

Memlekette, duvarı kapısı nihayet erdirilmiş ev satılmıyormuş; ilkin bunu öğrendi. Kapısı, kirişi, boyası, badanası derken, en az ev parasının yarısı kadar para harcadı. Ustalarla çalışma eziyeti de cabası. Fakat bu işten, kimselere hatta kendine bile itiraf etmediği bir zevk alıyordu. Her zamanki gibi çok çalıştı, işi tamama erdirdi. Tuhaf, hayatında hiç hissetmediği bir duyguydu. Zaman zaman ustalarla fiyat tartıştığında, dilinde hayatından geçmiş patronların cümlelerini yakalıyordu. Geçen ay son usta, son malzemesini alıp kapıdan çıktığında, kendisine ait, her tarafı alınteri olan bu evde; fakat yapayalnız kalıvermişti.

Boş durmak olmaz. Kaç zamandır komşu evi iş edinmişti. Acaba nasıl bir komşu almıştı? Yan tarafla ne tür bir ilişkisi olacaktı? Yan tarafın öyle şatafatı göründüğüne bakmayın, kendi eviyle aynı yapıydı. Sonra bir inşaat başladı ki sormayın. Neredeyse evi temelden yarattılar. Duvar kaplamaları, mantolamalar, mermer sütünlar, çatı kirişleri, bahçe çitleri ve ille de o havuz. Yüzünü henüz görmediği komşusu, sahnesini tastamam isteyen star gibi, henüz ufukta görünmemiş ama, bütün bunları yaptırmıştı. “O benden daha çalışkan olmalı” diye düşündü. “Daha çalışkanı nasıl olunur ki?” demekten de kendini alamadı. Eğer ruhsa ruh, günse gün, yılsa yıl, ömürse ömür verdim. Bundan dah üstü varsa, mutlak bilmem gerekir.

Ankara Çayyolu’nda güneş mayısın serinliğinde yükselişe geçmiş, durmadan köz üflüyordu. Etraf insanı rahatsız edecek raddede sessizdi. Ortamın sessizliğini, büyük bir sinek vızıltısı gibi komşu kapıya yanaşan, kırmızı araba bozdu. Mayıştığı şezlongtan şöyle bir doğruldu. Değil arabanın modelini, adını dahi bilmiyordu. O gelmiş olmasındı? Arabadan, saçlarını kafasına yapıştırmış, pırıl pırıl kafalı biri indi. Yapılı, atletik, ince bacaklıydı. Bacakları üzerinde şöyle bir yaylanıp etrafa baktı. Yeni mekanını gözden geçiren aslana benziyordu. Biraz korktu. Kendini, küçülmüş hissetti. Deminden beri filmini seyrettiği başarıları anlamsızlaşıvermişti. Tamam bu oydu. Bak işte içeri de girdi. Fakat yanında kimse yok. Demek ailesini sonra getirecek. Belki de, ama yok, kim benim gibi, bunca yıl ormanda değneksiz kalabilir ki? O benim becerim.

Komşu hızlı bir giriş yaptı. Evde misafir eksik olmuyor, bahçede neredeyse her gün “garden party” tertipleniyordu. Acaba ne iş yapıyor? Bu kadar bol harcadığına göre, bol da kazanıyor olmalıydı. Fakat ne çalışması çalışma, ne eğlenmesi eğlenmeydi. Mesela sabahları hiç görünmüyordu; oysa bütün çalışanlar, mevkisi ne olursa olsun, sabahları yollardadır. Mesai çıkışı da belli değildi. Bazen evden hiç çıkmıyor, bazen eve hiç uğramıyordu. Evet, standart dışı bir iş yapıyordu; ama ne?

Yine, kendini ev işlerinden zor bela dışarı attığı bir cumartesi günü, çitin ötesinde o belirdi. “Komşu” dedi, kırk yıllık komşu gibi, “Tanışmadık, eğer müsaitsen akşama misafirin olmak isterim.” Şaşırdı. Hiç bu dinginlikte cümle beklememişti ondan. İşte, karşısında, bildiği dil ve cümlelerle onunla tanışmak isteyen bir komşu vardı. Zor toparlandı; “Pek tabii.” diyebildi ancak, “Büyük bir memnuniyetle” demeyi de ihmal etmedi. Komşu, sıradan, çok sıradan bir iş yapmış rahatlığında, geldiği gibi gitti.

“Aman tanrım akşama ne yapacağım? Hiç hazırlığım da yok.” Kalktı. Arabaya bindiği gibi, en yakın AVM’ye gitti, Ne bulduysa, ne gördüyse aldı. Eve geldi. Bildiği bütün yemekleri tek tek yapmaya başladı. Kapı çalındığında üçüncü salatasını yapıyordu. Komşu, elinde kağıdı kaliteli bir çantayla kapıda duruyordu. İçeri geçti. Çantanın içi içki doluydu. Şarap, rosa, baileys, konyak, whisky, rakı, votka, weizenbier ne varsa artık. İçeri yemek kokusundan harap olmuştu. “Komşu” dedi komşu, “Eziyet etmeseydin kendine. Bizde maksat muhabbet, gerisi hikaye.” “Muhabbet” ve “hikaye” kelimelerini içinden tekrarladı. “Tanışalım. Benim adım Ağustos Böceği; fakat arkadaşlar kısaca ‘Abö” derler.” “Memnun oldum Abö, pardon Ağustos Böceği Bey, ben de Karınca. Adımın bir kısaltması yok, bildiğiniz Karınca işte.” “Memnun oldum komşum. Sıkıntıya mahal yok, size de kısaca ‘Karo’ deriz olur biter.” ‘Karo” dedi içinden yine, “Bir yerden tanıdık geliyor ama nereden?” “Buyurun içeriye geçin, ayakta kalmayın lütfen.” “Bahçeye çıkalım komşu. Şu temmuz akşamını duvarlara boğdurmayalım.” “Siz nasıl arzu ederseniz efendim.”

Dışarı çıktılar. Yemekten ziyade, abur cubur yediler. Karınca, Ağustos Böceği’nin hiçbir şeyine yetişemiyordu. Ne o kadar içebiliyor, ne o kadar konuşabiliyor, ne de o kadar gülebiliyordu. Fakat bunlar sorun değildi; bir şeyi, tek bir şeyi dehşet merak ediyordu, Abö pardon, Ağustos Böceği Bey acaba ne iş yapıyor? Bütün nezaketi bir yana bırakıp, ağzından çıkabilecek en kaba kelimelerle. “Efendim, merakımı n’olur mazur görünüz, ne işle iştigal ettiğinizi, kendime dahi anlatamadığım bir utançla merak etmekteyim.” Yüzü kıpkırmızı oldu. “Ha ha ha” diye güldü Ağustos Böceği, “Bunda utanılacak ne var komşum? Komşu elbette komşuyu merak eder. Ne iş yaptığıma gelince: Yağ satarım, bal satarım. Ustam öldü ben satarım”. “Af buyurun, anlamadım.” “Ustam, diyorum, öldü. Ölenle ölünmüyor; zaten kimsenin buna niyeti de yok. Kağıt işi yapıyorum. Kağıt alıp kağıt satıyorum. Hiç yüzünü görmediğim insanların işlerini yapıyor, para kazanıyorum.” “Yani bir şirkette çalışıyorsunuz?” “Şirket? He evet, dünya dediğin koca bir şirket zaten.”

Ağustos Böceği; ruhunu getirmediği komşusunda, tenini geceye bırakmamış; vakitlice kalkıp gitmişti. Karınca, ilk misafirini ağırladığı evde, misafiri gittikten sonra, daha büyük bir boşluğa düşmüş, vaziyetin esrarengizliğini sürdürmesinden iyice rahatsız olmuştu. Anlama yetisi gelişkindi; fakat durum anlamayı değil sorgulamayı zorluyordu. Bu, Karınca’nın o güne dek pek yaptığı bir şey değildi. Ezberi bozuluyordu. Bildiklerini tek tek gözden geçirmeye başladı. Korktu. İster misin hayatın esaslı bir çeptırını atlamış olsun? Korkusunu koynuna alıp yatağına uzandı. Çok geçmeden; uzanmışlığının sonsuzluğundan doğrulup, ekrana tokat gibi yapışan animasyon misali, yatağında dikildi. Üstünden attığı yorgan neredeyse tavana değmişti. “Aman tanrım, biri benimle dalga mı geçiyor? Bu ne saçma şey? Ben ne zaman Karınca oldum? İnsan karınca olur mu ya? Ağustos Böceği de kim? Halüsinasyon mu görüyorum?” Bahçeye koştu. İşte sofraları; boşalmış şişeler, sigara küllüğü; kaldı ki kendisi sigara içmiyordu. Kahretsin her şey gerçekti. Mutfağa gitti. Yaptığı bütün yemekler tencerelerinde olduğu gibi duruyordu. Bir bardak su aldı. Geldi salona oturdu. “Karıncayla Ağustos böceği” dedi kendi kendine. Evet öyle olmuşlardı. İnanmak istemiyordu; zaten nasıl inanılabilirdi ki? Mühendis gibi düşündü; “imkansız” dedi. Mühendis gibi düşündü; “gördüklerimin gerçekliği inkara gelmez” dedi. Mühendislikle içinden çıkılacak hal değildi. O halde? Bilemiyordu.

Koltukta nasıl pozisyon alacağını bilmeden düşünmeye devam etti. Karınca ve Ağustos Böceği. Bugüne kadar hikayeye dair en ufak bir hatırası olmamıştı. Hikayeyle, herkesin bildiği, herkesin ilgilendiği kadar ilgilenmişti. Tilki’yle Karga olsa belki. Bir iki kez, Karga’ya haksızlık yapıldığını düşünmemiş değildi, ama bu hikaye hakkında onu da yapmamıştı. “Karınca, çalışkan; Ağustos Böceği, asalak!” Bildiklerini tekrarlamaya başladı. “Kış soğuk; yaz sıcak.” Başka? “Ben çalışkanım; ama onu tanımıyorum. İyi de isimlendirmeyi o başlattı. Tamam o başlattı, fakat ben de devam ettirdim. Sahi benim adım ne?” Vestiyere asılı ceketinin cebinden cüzdanını aldı. Haydaaa, nüfus cüzdanında  adı, Karınca. Soyadı? Yok artık, hayda demeye gerek yok. Soyadı, Kararınca’ydı. Şirket giriş kartına baktı. Şef Mühendis Karınca Kararınca. Visa kartında KARARINCA KARINCA… Tamam! Daha fazla direnmeye gerek yok. “En azında Karınca’yım. Ya Ağustos Böceği olsaydım?”deyince biraz rahatladı. Rahatlamasıyla kendine kızması bir oldu. “Yeter” dedi kendine ilk kez, “yeter! Bu kadar kolay kabullenmek zorunda mısın? Boru değil, karınca olmuş, ama ona bile neredeyse, bukalemunun ışığa gösterdiği uyumdan daha hızlı bir uyum gösteriyorsun.” Kelime oyununun sırası değildi ama içi karıncalanmaya başladı. Hayır böyle olmazdı. Böyle nasıl yatabilirdi ki? İç sessizliğini zor bela temin ettikten sonra, biraz önce kızdığı huyu nüksetti: “Ne bakıyorsun şatafatına, kışın kapıma gelecek olan o değil mi?” rahatlamıştı. Kalktı, karınca huzurunda gitti yattı.

Sabah ilk iş, internette, “Karıncayla Ağustos Böceği”nin hikayesini araştırdı. Çok iyi bildiği sorunun çözümden şüpheye düşmüş öğrenciye dönmüştü; ama korkacak bir durum yok: Karınca kazanıyordu. Rutinine döndü; ama ikide bir kendini kontrol etmeyi de ihmal etmiyordu. Değişiklik yok; iki el, iki kol, iki ayak, bir kafa; beden yerindeydi fakat içinde tanımlamakta zorluk çektiği bir durum vardı. Sanki, yok yok, içi karınca dışı insan olunur mu? Olunmaz. Ya olmuşsam?

Günler geçiyordu. Komşu, aynı o hikayedeki gibi, gününü gün ediyor; eğlencenin her türünü yaşıyordu. Karınca, kararınca hayatına devam ediyor; sabah iş akşam ev, gidip geliyordu. “Sen benden daha yakışıklı, daha zengin olabilirsin; ama ben Karıncayım, önünde sonunda kazanacağım” deyip duruyordu. İş yerinde kendine yakın hissettiği yegane kadın, onda bir tuhaflıklar olduğunu söylese de, bu tür suni ilgilere harcayacak zamanı yoktu. Bir an önce sonbahar, kış gelsin; komşusu külüne muhtaç olsun diye neredeyse dünyanın dönüşünü hızlandırmak istiyordu. “Ben bunca yıl çalışacağım; aşık bile olmayacağım; bütün varımı yoğumu harcayıp şu evi alacağım, o henüz otuzunu geçeli bir kaç yıl olmuşken, gelip bütün yaşadıklarıma kırık ayna tutacak. Hayır, hayat bu değil. Hayat bu haksızlığa müsaade etmez.” Sonra yine içinden, yalvaran bir sesle, “N’olur etmesin” diyordu.

“Sararıp dökülmeden önce kızaran yapraklar ki onlar” sonbaharın geldiğini muştulayıverdiler. Karınca, yüreği ağzında, ha bugün ha yarın hikayenin nihayetlenmesini bekliyor; yaşadığı hayatın manasız olmadığını önce kendine, sonra da komşusuna, daktilo yazısı netliğinde göstermek istiyordu. Ve galiba o gün gelmişti. Eylül’ün Ekim’e mesai devretmeye hazırlandığı o gün, yine bir cumartesi, kapı çalındı. Karınca koştura koştura kapıya gitti. Evet, hesap günü gelmişti. Birazdan, şu karşısındaki kişi, küçülüp şuncacık kalacak ve ondan medet umacaktı. Taksitler ödenmemiş, kredi kartları kapanmış, banka eve el koymuş, icra memurları evdeki son kutu biraya kadar listelemiş, alacaklılar akın akın peşine düşmüştü. “Komşu” diyecekti, “ocağına düştüm, car eyle.” Ne yapsındı, medet diyene elbette kılıç çalmayacaktı; ama esaslı bir ders de vermek icap edecekti. Karınca içinden bunları geçirirken, sırtından soğuk terlerin aktığını hissetti. Komşu, medete gelmiş birine hiç benzemiyordu. Yapılı, sağlıklı ve zorluk görmemiş bedeni daha dinç, daha enerjik görünüyordu. Üstelik arabasını da değiştirmişti. Arabasını demişken, gözü, arabanın içindeki kadına takıldı; aman tanrım bu o! Ama, ama nasıl aynı yaşta kalabilmiş ki? “Komşu” dedi Ağustos Böceği; Karınca, bir kaç saniye süren sonsuz düş karışımı kabusundan uyandı. “Efendim” dedi, dil alışkanlığıyla. “Komşu ben, kışı Paris’te geçireceğim. Oradan bir isteğin var mı? Ha bir de, sana zahmet, şu anahtar sende kalsın, belki bir şeye lazım olur. Mümkün müdür?” “Mümkündür” dedi, yine dil alışkanlığıyla; anahtarı aldı. “Fakat tam anlamadım, sen şimdi Paris’e mi gidiyorsun?” Kelimeler ağzından çıkmadı, adeta döküldü. Komşusuna ilk kez “sen” diye hitap etmişti; ama şimdi bunu tasa edecek hal değildi. “Evet, komşu Paris’e gidiyorum. Var mı bir isteğin.” Elmadağ tarafından bir fırtına koptu. Mamak, Cebeci, Kızılay, Bahçelievler, Emek, MTA, ODTÜ, Eskişehir Yolu, Ümit Köy toz duman. Ferman mı okumak? Ne mümkün. Havada, her türlü kitap, T-cetveli, gönye, iletki, daire, kare, üçgen, türev, integral, diziler, iletken, yarı iletken, anot, katot, sağ el kuralı, Edison, Tesla, asal sayılar, kesirler, pi, pisagor, Şuşutoğlu, akışkanların mekaniği, Şemsi Yastıman, Bulutsuzluk Özlemi, gelip karşısında burgu burgu oldu. Yüzü değişti. Ağustos Böceği anladı vaziyeti. “De uzatma artık, indir giyotini kurtulalım” dedi içinden. Karınca, arabanın içindeki kadından gözlerini ayırmadan “La Fontaine’in sülalesine selam söyle” dedi ve fırtınasını alıp, içeri girdi.

Hasan Sever

Zürih, 22-25 Kasım 2011

Not: Bu uyarlama, yıllar önce duyduğum “Karınca-Ağustos Böceği” fıkrasını temel almıştır. Fıkraya ettiysek bir kusur, affola.

Karikatür: Selçuk Erdem