Müsaade etmedik! Haindik biz, vatan haini!
Çok sevdiler memleketlerini.
O kadar çok sevdiler ki, bize, ihanet etmek ve hainlikten gayrı yapabilecek bir şey kalmadı.
Aydınlığa çıkarmak istediler insanları. Dünün dogmalarından arınmış, günün karanlığına mahkum olmayan insanlar büyütmek istediler; izin vermedik.
Yokluğu, yoksulluğu kökünden kaldırmak istediler; “ballı incirleri hep beraber yiyebilmek, / yârin yanağından gayrı her şeyde” dediler, müsaade etmedik.
Onurlarına düşkün, bir parça “ikbal” için “uyup hainin iğvasına” sancaklarını elden yere düşürmek istemediler, düşürttük. 10 Şubat 1969 tarihinde, şehri İstanbul’u ziyaret edenleri denize dökmek istediler fakat göğsümüzü siper edip, kolladık misafirleri.
O kadar çok sevdiler ki memleketlerini, bize, ihanet etmek ve hainlik yapmaktan gayrı yapabilecek bir şey kalmadı.
Her tarafa ray döşemek istediler. “Biz büyük ve kalabalık bir coğrafyayız, bizi ancak raylı sistem taşır,” dediler, engel olduk. Alın teri, insanların son kuruşuyla döşedikleri rayları sökmekte beis görmedik. Haindik biz; vatan haini. O rayları söküp, hurdacıya sattık.
“Kamyon olmaz.” dediler, “olur,” dedik.
“Otobüs yetmez,” dediler, “yeter,” dedik.
“Kara yolu içi bir coğrafya yıkılmaz,” dediler, yıktırdık.
O kadar çok sevdiler ki memleketlerini, bize, ihanet etmek ve hainlik yapmaktan gayrı yapabilecek bir şey kalmadı.
Okullar açmak; laboratuvarlar, enstitüler, üniversiteler kurmak istediler. Okur, yazar, bilim insanı, sanatçı yetiştirmek istediler. Kadın erkekle, erkek kadınla aynı sınıflarda, aynı sıralarda olmalı dediler!
Müsaade etmedik! Haindik biz, vatan haini!
***
MG: Kaç lira oğlu..?
BG: 1 trilyon civarı param var, o kadar…
MG: Evet evet. Tamam oğlum. El koydular mı paraya?
BG: Yok, arama yapıyorlar.
***
90’lı yıllarda sol siyasetin içinde olanlar ensesinde soğuk bir namluyla dolaşırlardı. Polis, herhangi bir yasa yahut arama kararına ihtiyaç duymadan istediği eve dalar, istediği muameleyi çekerdi. O evlerde, insanlarımız, kah sofrada oturuyor, kah kanepede dinleniyor, kah kırık bacaklı bir masada kitap okuyor, ve ekseri uykunun en koyu saatinde yataklarında uyuyor olurlarken devlet kurşununa hedef olurlardı. Şanslı olanlar, olanlarımız, o evlerden sağ alınıp işkencelere götürülürdü. Evet, işkenceye götürülmek bir şanstı. Kimimiz o işkencelerden çıkamadıysak da, o anda sorgusuz sualsiz öldürülmemek bir lütuftu. Aileler, çocuklarını soğuk bir morg odasında teşhis etme kabusuyla yaşarken, onların içeriye alındıklarını, hapse atıldıklarını öğrendiklerinde sevinç duyarlardı. Tıpkı, John Berger’in “sadece bir kaç saatliğine” şiirinde dediği gibi:
“soruyorum size
nasıl oluyor da
bir babanın en büyük sevinci
bir ananın en büyük sevinci
onların
onların hala işkence ettiklerini
öğrenmek oluyor
oğullarına?”
***
Başta kalemin tersiyle yazdık, kelamı düzeltelim:
Evlerinde para kasaları bulunduranlar ve onların “bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim bayezid paşa!”larına göre, elbette haindik. Memlekette yapılmak istenen her pisliğin önünde engeldik; ve ölümü, işkenceyi, mahpusu hak ediyorduk.
Onlarsa hep iktidardılar. Fakat tıpkı iktidarları gibi, çürümüş ağaç gövdesiydi gövdeleri. Ne sürecek dalları, ne açacak yaprakları vardı. “Kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,” diyor ya Nazım, ne devlet. Vatandan önce, oğul baba, baba oğul için çek defteri olmuştu.
Şahit olduk. İnsanlığımızdan utandık.
Baba oğlunu arıyor, yahut oğul babasından yardım istiyor. Diyaloğun tek satırında baba, oğluna “nasılsın?” diye sormuyor. Sorduğu yegane şey para. Yetmiyor, “paraya el koydular mı?” diyor.
Memleket sevgilerine ne de çok yakışıyor. Zulalarında saklayabildikleri en kıymetli şey “üç beş kuruş.” Elbet, biliyoruz, bahsedilen üç beş kuruş biz fanilerin üç beş kuruşu değil. Her ne ise ama, azaplarına derya, sefalarına umman olsun; lakin bizden uzak olsunlar.
***
İçeri alındık; hem de çok alındık. En çok dostlarımız, yoldaşlarımız tutuklandı. Karşılaştığımızda birbirimize sorduğumuz ilk soru “nasılsın?” olurdu. Bu değil midir insanlık? İnsan ilk önce karşısındakinin nasıl olduğunu merak etmez mi? Belki, hani, durumun merakına yenilip “evde ne vardı?” diye sorduğumuz da olurdu. Onun da yanıtı hep aynıydı:
Üç beş kitap, biraz dergi.
Evet, Bedrettin’i müteakip, Nazım’dan bu yana, hainliğimizin özeti budur: Üç beş kitap, biraz dergi.
Hasan Sever
Zürih, 14 Şubat 2014