Vicdan

12 Eylül’ün yaklaştığı şu günlerde ağzını açan vicdandan bahsediyor. Memleketi kıskacına almış siyasi liderler, çıktıkları her sahnede hem marifetlerini hem de rakiplerinin açıklarını sergiliyorlar. Aslında eğlenceli bir iş. Ve hatta diyorum ki siyaset, doğrudan hayatlarımıza nüfuz etmese, iyi bir tedavi yöntemi de olabilir. Doldur-boşalt, ver-kaç, al-ver, indir-kaldır vesaire vasaire.

Bir şeyin hakkını teslim edeyim. Hani lazım mıdır bilmem ama, buna bir özeleştiri de diyebilirim. Kılıçdaroğlu kendisinden beklemediğim bir performans ve cümle bütünlüğüyle iş görüyor. Bir
bürokrattan bunu beklemiyordum.

Sağda siyaset yürüten partilerin liderlerini her gördüğümde aklıma Aziz Nesin’in Zübük kitabı geliyor. Kaç kere yazdım bilmiyorum ama bir kez daha yazmakta bir sakınca görmüyorum: “Kağnı gölgesinde yürüyen it, gölgeyi kendi gölgesi sanırmış.”

Türkiye’de sağ siyaset, o kadar büyük bir iltimasla işe başlıyor ki örnek vermekte zorluk çekiyorum: Bir futbol maçına üç sıfır önde başlamak, fazla oyuncuyla oynamak, hakemi ayarlamak, kuralları kendine yontmak, artık Allah ne verdiyse. Sonra çıkıp meydanlarda gürlüyor bu liderler. Her seferinde “çek kağnıyı” diyorum; çek ki gölgen çıksın ortaya. Ne kağnı çekiliyor ne de gölge çıkıyor ortaya…

Yıl 1988. Ankara Atatürk Lisesi’nin lise son yatılı talebeleri, bir belletici hocayla akşam etüdü kavgasından ötürü, bir sonraki gün “toplu” olarak okula gitmeme kararı aldılar.

Kararı alanların içinde ağabeyim de var; ve hem bir çeşit elebaşı pozisyonunda. Tamamen masumane, haşa siyaset dışı, kendiliğinden bir eylem; hatta eylem bile değil. Ne olduysa oldu, “eylem” yapıldığı, yatılı talebelerin derse girmediği, bir şekilde liseye yayıldı. Ve anında güvenlik önlemleri alındı, yatılı bölüm “yabancı girişlerine” kapatıldı ve divan kuruldu.

Divanın başında müdür baş muavini bir hanım hoca vardı, çirkin, ki güzel öğretmenleri tenzih ederim, ben hiç güzel müdür muavini görmedim. Hanım Hoca etrafında bir kaç öğretmen, Atatürk Lisesi’nin Cihan Sokak’a bakan bir odasını mahkeme salonun çevirdi. Nümayişe katılmış öğrenciler içlerde bir odaya alındı ve tek tek mahkemeye çağrıldı.

O çağrılanlardan bir de Hakan’dı. Hakan ki sadece parasız yatılı değil hem parasız hem de yatılı bir talebeydi. Bol ceketin içinde şairin dediği gibi bir damla kadardı.

Aşağı Hakan, yukarı Hakan. Cılız, solak; topa her vurduğunda, ayağını Beşiktaşlı Kadir gibi neredeyse kafasına değecek kadar sallayan bir çocuk. Hakan mahkemeye çıktığında yine bol ceket, eller arkada birleştirilmiş; şimdilerde bodyguard duruşu diyorlar buna ve biraz da mağrur. “Eylem güzelleştirir” der ya bizimkiler, biraz da o hesap. Yalnız Hakan’ın bu hesaptan bir haberi yok; sorguyu bekliyor.

Hanım Hoca, Hakan’a şöyle bir bakar, belli ki gözüne kestirir, biraz anaç biraz da otoriter: “Hakan” der, “Elini vicdanına koy ve söyle, kim size derse girmeyelim dedi?” Nasıl ama, tam memleket sorusu değil mi? Dikkat edin, kadın, ne hakim ne de savcı ama soru ortak. Demek o zaman ortak bir sorusu varmış halkımın! Heyhat. Niye yaptınız demiyor. Derdiniz ne demiyor. Doğrudan “elebaşı” arıyor; bir moskofluk yani. Hakan soruyu aldıktan sonra, nedendir bilinmez, arkada birleştirdiği ellerini çözer, getirir cinsel organın üzerinde birleştirir; tıpkı huzura çıkmış sadrazam gibi ve yanıt verir: “Valla Hocam bilmiyom!’

Hakan bir şeyi biliyordu: İçinde “vicdan” geçen bir soruyla/sorguyla karşı karşıyaysanız, ne edip edip yanıtta bir “valla” kullanmalısınız. Hakan bunu bildiğinden, Hakan bunu hissettiğinden, Hakan bunu genlerinde taşıdığından, işi hiç riske atmadı getirdi o “valla”yı cümlenin başına koydu; gerisi malum: Bilmiyorum, görmedim… İşe yarar mı, yaramasa da cezayı arttırmaz zira memleket mahkemelerinde cezanın çoğu cürüme değil savunmaya verilir; heyhat…

Şimdi ben de bir Hanım Hocalık yapayım ve sorayım. “Hakan pardon halkım, elini vicdanına koy ve söyle (lütfen) 12 Eylül’de ne yapacaksın? Sen ki Eylül’e kalmış, sen ki Eylül’de kalmış, sen ki
Eylül Eylül bir halksın…

Hasan Sever

Zürih, 7 Eylül 2010