Bu çorbada tuzum olsun istemiyorum. Aklımın erdiği, elimin klavyeye yettiği bir döneme denk geldiği için düşündüklerimi yazmakla yükümlü buluyorum kendimi. Üstüme vazife midir bilmem; olmadığını düşünüyorum, kaldı ki vazife olsa yapmamayı tercih ederdim zaten.
Meseleye girmeden bir küçük not düşmek istiyorum. Hayatımda Ertuğrul Özkök’e hiç öfke duymadım. Hadi bir not daha düşeyim, hayatımda, bir kere hariç (bir dostum için), hiç Hürriyet gazetesi satın almadım. Ertuğrul Özkök’e öfke duymamamda etkisi olmuş mudur? Olmuştur. Mensubu olduğum Türkiye solu, burjuvazisine öfke duymayan bir soldur. Anlaşılması dolayısıyla yazması zor bir meseledir. İşte, nedendir ki burjuvazisine öfke duymaz, onun kalkanına/vitrinine taş atar. Ertuğrul Özkök’e yapılmış her eleştiriyi mağazanın vitrinine atılmış taşa benzettim/benzetiyorum. Daha ziyade gecekondu öfkesidir. Oysa o sadece vitrindir. Sık sık değiştirilir ve orada sergilenen mallar defolu (ikinci el) fiyatına satılığa çıkarılır. Yani vitrin malı, iktisadı henüz yazılmamış, kullanılmadan eskiyen bir acayip maldır; yalnız “mal”dır. Ahmed Arif geliyor aklıma.
“…
Dünyalar vardır elvan,
Bir su damlasında, bir kıl ucunda,
Meyvalar vardır, meyvalar,
Ağacı, omcası yok,
Sana vurgun, sana dost.
Beride Kabilin murdar baltası
Ve kan değirmenleri,
Kader kahpesi.
Beride borazancıları o puşt ölümün,
Hazır, zilzurna keyfinden,
Hazır ırzını vermeğe
Yiğitler vuruldukça.
…“
Değil mi? Irzını vermeye hazır ne çok insan var! Bunu üreten mekanizma makine sağlamlığında çalışırken, hangisiyle nereye kadar ve niye uğraşacaksın? Evet, bireysel farklılıkları göz ardı ediyor, ırzını vermeye hazır olanlar arasında bu işi “iyi” yapabilenler olabileceği gibi “kötü” yapabileceklerin de var olabileceğini yadsıyor değilim. Fakat artık bilmek zorundayız, şimdiki vitrinler kırılmaz cam ve yanmaz maddeden yapılıyor; attığımız taşın bize geri dönme olasılığı çok yüksek; üstelik sigortalı olduklarını mevzubahis dahi etmiyorum
Ahmet Kaya
Sırrı Süreyya Önder, “Faşizm çok ayıp bir şeydir(*)” yazısına “Sayın Özkök, benim Ahmet Kaya’ya yaptıklarınızı ‘kalleşlik’ olarak nitelememe hislenmişsiniz.” cümlesiyle giriş yapmış. Yazıdan anladığım kadarıyla, Ahmet Kaya’nın “linç” edilmesi ve akabinde ülke dışında “öldürülmesi” Özkök’un başında bulunduğu gazeteye fatura edilmiş. Kısmen doğru; tamamen yanlıştır.
Benim ülkem, insan harcamakta maharetlidir; bu kesin. Zaten, en büyük şairini harcamış bir geleneğin birdenbire ortadan kalkmasını beklemek saflık olurdu. Ahmet Kaya de harcananlar arasındadır; bu da kesin.
Yine benim memleketimde “ölü seviciliği” revaçta olduğundan; yaşarken yazsan mahkemelik, öldükten sonra yazsan ayıp yapmış olursun; dolayısıyla kimse hakkında doğru dürüst yazamıyorsun. Doğru dürüst yazmaya gayret edeceğim.
Başta söylemiş olayım. Türkiye’de “linç” bir tek Ahmet Kaya’ya yapılmadı. Hatta eleştirimin ana noktasını oluşturan şey: Ahmet Kaya’ya linç yapılmadığıdır. Fotoğrafın tamamını göremediğimizden, sürekli vesikalıklarla uğraşıyoruz. Ahmet Kaya, ABD’de olsa “tatlı bir muhalif”, Avrupa’da olsa “zararsız bir entelektüel” Türkiyede olsa, ki durumudur, sel sularına kapılmış bir ağaç dalıdır. Sel, dalı taşımak için değil; yağmur yağdığı için vardır. Yağmuru görmez, mevsimi bilmez, coğrafyayı tanımazsan sele kapılırsın. Ahmet Kaya sele kapılmıştır; Kürt seline.
Evvel de yazdım, Ahmet Kaya’nın rüyasından olduğu yer magazin gazetecilerinin ödül törenidir; yani vitrinin en karanlık ve kirli tarafıdır. Kaya, oraya gitmiş ve ne olduğunu bilmediğim ödülünü de almıştır.
Daha önce yazdığım için içim rahat, ödül ödün ister; alfabetik sıraya da uygundur, n l’den sonra gelir. Kaldı ki orada yapılan siyaset daha ziyade bir “sarhoş muhabbetidir.” Bu muhabbet ortalama bir ülkede olsa, “tatlı haber” olur ama benim ülkem henüz tatlı yiyecek durumda değil; biz, sofra kavgası yapmakla meşgulüz ki zaten Kaya’ya da çatal bıçak fırlatılmıştır. Fırlatanlar mı? Bugün özür diliyorlar. Dün niye çatal fırlatmışlarsa, bugün aynı sebepten özür diliyorlar; çünkü sistemin siyasetini takip ediyorlar.
Neredeyse bir iç savaş kavuruculuğunda yaşanmış 90’lı yılları iyi analiz edemeyenler, meseleye “kardeşlik” “dostluk” şarkılarıyla yaklaşanlar, doğaldır ki, o savaşa uygun iç dış yapılanmayı da anlayamazlar. Benim memleketim bir savaş yaşamış, ve şimdiki durum, sönmüş bir mumun sıcak fitilinin en ufak kıvılcımda tekrar alev alması gibiyken, yaşanan tahribatı görmeyenler veya görmek istemeyenler bunu bireysel bir trajedi olarak ele alıyorlar. Hayır öyle değil. Bu toplumsal bir trajedidir; bu trajedinin içinde bir sürü beyin ve yürek var. Bu yürek ve beyinleri görmeden; yani burjuvazisine öfke duymadan yazılacak her satır, vitrine atılan taşa benzer. Ahmet Kaya her zamanki çıkışlarından birini yapmıştı fakat bu sefer, dönem başka bir dönemdi. Türkiye’de sol, maalesef, sarhoş muhabbetlerine meze olmuş fakat, ne talih, Kürt Davası henüz o “kıvamda” değil. Kürt Davası, sistemin ehlileştirdiği, nostalji mezesi yaptığı bir dava değildir; bu yüzden sarhoşken bile yapılması hayati tehlike içerir. Kaya, bunu göremedi; göremediği gücün kurbanı oldu.
Ahmet Kaya’nın bir kahramanlık peşinde olduğunu düşünmüyorum. O, sol tandanslı cümlelerine “delikanlılık” baharatı katıp, çok da anlam veremediğim öfkesini yaşayıp gidiyordu.
Ahmet Kaya’ya bütün gazeteler ve televizyon kanalları açıktı. Hatta bir televizyon kanalında program yapmışlığı dahi vardı. Durum Türkiye siyasetinin içinde bulunduğu durumdu. Fırtına ülkenin bütün sathında hüküm sürüyor fakat İstanbul’un kimi semtlerinde henüz hissedilmiyordu. Ahmet Kaya’yla birlikte oralarda da hissedilmeye başlandı. Yoksa Kaya, sol muhalefet içinde hedef alınacak bir pozisyonda bulunmuyordu. Ve çokça karşılaştırıldığı gibi, Yılmaz Güney çapında ve etkisinde değilde. Zaten gerek sanatsal gerekse siyaset kapsamı olarak Yılmaz Güney derinliğine ve çizgisine hiç yaklaşamadı
“Sokakta Türkçe küfreden polisimizi bile özledim gözüm” demiş midir Kaya? Roportaja (**) göre evet. Şahidi olduğum için biliyorum; bu ruh halini tanıyorum. Ahmet Kaya’dan değil ama çevremdeki insanların bazılarından bunu duymuşumdur. Ve hiç sözümü sakınmayacağım, yanıtım “hasta mısın!” olmuştur. İnsan, polisi ve küfrü özler mi? Tamam, bunun bir sembol olduğu söylenecek, ona da itirazım var. Her aklımıza geleni söylüyoruz mu ki bunu da söylemeyi mazur görelim. Yapılan o küfrün ruhumuzda, işkencenin de bedenimizde izi dururken bu iki sembol üzerinden özlem dile getirilir mi? Getirilmemelidir. Kaya, ettiği cümlenin ağırlığını tartamadığı ve sürgünü kucağında bulduğu için afallamış ve bu duruma daha fazla dayanamamıştır. Dayanmak zorunda mıydı? Hayır ama siyaset bu, kim demiş hayata dair değil diye.
Sanatçı çapımız bu kadar! Öfkemizi sevincimizi polise, jandarmaya, ağaya, beye yönlendirmekten kapitaliste sıra gelmedi. Ya allahınızı seversiniz “jandarma biz sosyalistiz” diye, dünyanın neresinde bir şarkı vardır.
Çark tek taraflı işlemiyor. Bir taraftan efsane üretilirken diğer taraftan hedef şaşırtılıyor. Bir sistemin “koca” siyaseti nasıl olur da bir gazete yöneticisine mal edilir. Buna şiddetle itiraz ediyorum.
Benim davam Ertuğrul Özkök’le görülebilecek kadar basit bir dava değildir. İşte orada, emekliye ayrıldı, ne yapacağız? Domuzu uçurumdan attık, bütün günahlardan arındık, öyle mi? Hem şu tuhaf bir durum değil midir? Radikal’den Hürriyet’e taş atmak nasıl bir şeydir! Onların ikisi aynı bilançoda erimiyor mu?
Ahmet Kaya’nın, Mart 2008 tarihinde ziyaret ettiğim mezarında sesli söyledim bunları: “Bir rengimizdin, kafaya sıkacak kadar “lümpen,” merhaba eski yoldaşlar diyecek kadar “muzır”, polis şefleriyle rakı içecek kadar “esnaf”, her albüm (kaset) öncesinde bir “sansasyondun. Bir parçamdın.” Son sansasyonu Kürtlüğüydü ve bu, o dönemde tutanın elini yakan bir kordu.
Şimdi, Kürtler ondan bir kahraman; Türkler vatan haini yaratmaya çalışıyor. Zaten benim ülkemde ya kahraman ya da hain olunabiliyor; bir üçüncü yolu yok hayatın. Japon kıyafetleri giyinip meşhur olanlar, Türklüğe yelken açtılar. Türklük bu soytarılara kaldı. Başbakan metinlerinde adı geçer oldu. Neylersin, asude bir hayatın büyük bedel istediği ülkemde, ölümden sonra da rahat yüzü yok.
Umarım efsane olmaz!
Ha, biliyorum müzikten hiç bahsetmedim. Bu, lütfen, müzikten anlamadığıma yorumlanmasın, kulağım iyidir.
Hasan Sever
Zürih, 25 Kasım 2010