Dağ Deviren

Bir şeyler oldu; hava duruldu, bulutlar uzak köşelere çekildi. Cızırtıyla çeken radyomuz tek sesli, tek nefesli birinin eline geçti. Babam, bu birini çok sevmişti. Pil bitecek diye türkülerden kısan kişi, bu adamın her programını hem de köşe bucak dinler oldu. Sanki piller bedavaya gelmişti. Sadece babam değil, bütün büyükler cümbür cemaat bu adamı dinliyordu.

Bir 13 Eylül Hikayesi…

Nerede bir düz taş görsek, üzerine HK yazıyorduk. Asker bizi yakalarsa -ki o asker dağ tepe bizi gözetliyordu- savunmamız hazırdı; HK’nin bir arkadaşın ad ve soyadının baş harfleri olduğunu söyleyecektik. Ve şansa bakın ki vaziyete uyan bir arkadaşımız her durumda içimizde bulunuyordu.

Bir şeyler oldu; hava duruldu, bulutlar uzak köşelere çekildi. Cızırtıyla çeken radyomuz tek sesli, tek nefesli birinin eline geçti. Babam, bu birini çok sevmişti. Pil bitecek diye türkülerden kısan kişi, bu adamın her programını hem de köşe bucak dinler oldu. Sanki piller bedavaya gelmişti. Sadece babam değil, bütün büyükler cümbür cemaat bu adamı dinliyordu.

Nerede bir düz taş görsek, üzerine HK yazıyorduk. Asker bizi yakalarsa -ki o asker dağ tepe bizi gözetliyordu- savunmamız hazırdı; HK’nin bir arkadaşın ad ve soyadının baş harfleri olduğunu söyleyecektik.

Çok geçmeden cemseler gelip gitmeye başladı. Cemseler köyümüze varmadan, nasıl ve ne şekilde bilmiyorum, haberi varıyordu. Gelenin adı müfrezeydi. Müfreze geliyor dendi mi köyün “falakaya gelebilen” bütün erkekleri arazi olurdu. Çocuk aklımla dahi bunu bir zulüm olduğunu anlayabiliyordum. Kuzu otlatırken yanımızdan hızla geçen ve yerlerde sürünen “erkeklik” gururlarını bir yük gibi ardında sürükleyen erkekler, sanki yüzümüze “keşke biz de çocuk olsak” der gibi bakarlardı. Onlara göre asker, çocuklara dokunmuyordu…

Biz çocuklar da firariydik. Bir cebimizde misket, diğerinde, o düz taşlara yazı yazmamızı kolaylaştıran sivri uçlu taş kalemler bulunurdu. Müfrezenin köye girdiğini, dağlara kaçan büyüklerimizden haber aldığımızda, o kalemleri tutar, en güzel yerlere zulalardık. Benim kalem sevdam, ki şimdilerde klavyeye dönüştü, o günlerden gelmedir. Yazım iyi değildi ama yazmak iyi bir şeydi. Böyle düşündüğümü hatırlıyorum.

Müfreze geliyor dendi mi köyün “falakaya gelebilen” bütün erkekleri arazi olurdu. Çocuk aklımla dahi bunu bir zulüm olduğunu anlayabiliyordum.

Cemseler okulda olduğumuz zaman köye doluştuğunda kaçacak yerimiz yoktu. İki odalı köy ilkokulumuzun bir sınıfı 1-3’lere, diğeri 4-5’lere ayrılmıştı. İki öğretmenimiz vardı: Bursalı Mehmet Öğretmen, Konyalı Kemal Öğretmen. Mehmet Öğretmen benim de öğretmenimdi. Güzel, mülayim, ağır başlı bir insandı ve kapı komşumuzdu. Küçük kızına çok dadılık yaptım. Aksi gibi, küçük kız “abomu” çok severdi. Öğretmenim, akşam, komşulara misafirliğe gidince yerine beni bırakır bense “el mahkum” görevi devralırdım. Vazife her zaman sıkıcı değildi. Paltonun evde bırakıldığı akşamlarda, gider cepte duran Not Defteri’ni alır, sayfaları tek tek kontrol ederdim. Kim pekiyi almış, kim zayıf almış kimin ne ortalaması var hepsini bilirdim. Hatta bazen yazılı sonuçlarını öğretmenden önce ben açıklardım.

4 ve 5’lerin sınıfı 1-3’lerle takviye edildiği günlerde ders işlemez, genellikle kendi kendimize kitap okurduk. Biz içerde kitap okurken, yan odada büyüklerimizin canına okunurdu. Alevi öğretisi “Okunacak en büyük kitap insandır” der ya, ben devletin yegane Aleviliğini ve en çok kitap okuduğu zamanları böyle hatırlıyorum; can yakıyordu.

Vazife her zaman sıkıcı değildi. Paltonun evde bırakıldığı akşamlarda, gider cepte duran Not Defteri’ni alır, sayfaları tek tek kontrol ederdim. Kim pekiyi almış, kim zayıf almış kimin ne ortalaması var hepsini bilirdim.

Yıllar sonra fark ettim. Okul odasına “davet” edilen her erkeğin “gülünecek” bir hikayesi oluyor, geçmiş olsun ziyaretlerinin çoğu kahkaha sesleriyle şenleniyordu.  İnsanlar, falakadan komedi üretiyorlardı. Dedim ya yıllar sonra anladım. Meğer çaresizlik mizah üretiyormuş. Gırgır’ın en çok tiraj yaptığı zamanları ülkemin en çaresiz zamanları olarak değerlendirmemin altında böyle “sakat” bir çocukluk yatıyor. Doğru mu yanlış mı bilmem ama yaşadığımız oydu.

İnsanlar, falakadan komedi üretiyorlardı.

Bunu ilk kez yazıyorum. Ben asker üniformasından -ki onu sevdiğim ağabeylerimin üzerinde çok gördüm- hep korktum. ODTÜ’de, idari sapağında, alaydan gelen askerlerin çemberinde kaldığımız ve tuhaf bir silah taşıyan teğmenle yüz yüze geldiğim o anı hayatımın en kötü anı olarak hep hatırlarım. Korkunun tam ortasında olmak, korku deryasında yüzmek, korkuyla koyun koyuna olmak nasıl bir şeymiş orada anladım. Belki akıl sağlığımdan şüphe duyulacak ama geçenlerde okuduğum ve bu yazıya ilham veren haber beni yine o güne götürdü. İsviçre’nin küçük bir kasabasında, tavuk çiftliğine giren tilki, tam 914 tavuğun telef olmasına sebep olmuş. Tahmin edilebileceği gibi 914 tavuğun hepsini tilki öldürmemiş; tavuklar, korkunun sebep olduğu panikle birbirlerini ezmişler. Ve tilki, karnını doyurduktan sonra tavukların ortasında yan gelip yatmış. İşte ben, tilkiyle sabahı etmek zorunda kalan tavukların korkusunu hissettiğimi fark ettim (Nietzsche’nin kemikleri sızlasın). Bu çok korkunç bir şey…

ODTÜ’de, idari sapağında, alaydan gelen askerlerin çemberinde kaldığımız ve tuhaf bir silah taşıyan teğmenle yüz yüze geldiğim o anı hayatımın en kötü anı olarak hep hatırlarım.

Tekrar 13 Eylül’e dönüyorum…

Müfrezenin cemseler dolusu gelip, olan olmayan erkek ve silahları topladığı bir gün, yan sınıfın kapısında, elinde uzun bir sopa tutan, sarışın zebella gibi bir siville göz göze geldim. Neden sivildi bilmiyorum. Saniyenin milyonda birinde aklımdan, acaba o sopa çam kokuyor mu sorusu geçti. Niye bilmiyorum, belki çam kokusunu o ele yakıştırmamıştım; zaten yakışmazdı da… O sopanın insafına kalmış insanların çoğu, patlamış tabanlarının üzerinde ve iki kişinin yardımıyla evlerine gönderilir, bir kısmı, nedendir bilmem, alınıp karakola götürülürdü.  O insanları, köylülerimi yani, ders çıkışı, cemselerin içinde, sonunu bekler ve aramıza devlet kadar mesafe girmiş halde çaresizlik içinde gördüğümü hatırlıyorum. Onlar içeride, bizse dışarıda; yekten çaresizmişiz… 

O sopanın insafına kalmış insanların çoğu, patlamış tabanlarının üzerinde ve iki kişinin yardımıyla evlerine gönderilir, bir kısmı, nedendir bilmem, alınıp karakola götürülürdü. 

O cemseler… Bir çocuğa araba zevki yaşatmayan top burunlu araçlar. Hep merak ettim “Cemse” ne demek diye… Yıllar sonra kendi kendime fark ettim. Çoğu askeri aracın ve özellikle Cemse’lerin üzerinde şu üç harf duruyordu: GMC. Bir Amarikan şirketi. Belli ki NATO’dan gelme bu hediyeler, çocukluğumun korku araçlarına dönüşmüşler.

Korkudan bahsetmişken, Dağ Deviren’i anlatıp babı bitireyim. 

Bir efsane gibi ağızdan ağıza dolaşıyordu. Güya askerin elinde Dağ Deviren varmış. Askerler, onun sayesinde dağın ardında ne varsa görebiliyorlarmış ve aksiliğe bakın ki o dağın ardında biz vardık. Hep düşünürüm, bunu bile bile niye dağa taşa HK yazardık; hangi cüretle! Cevabı mı? Sanırım bugünkü yazımda saklı. Ve aynı soruyu bugün de soruyorum. İnternet’te, Dağ Deviren’in tevatür olmadığını bile bile niye yazıyorum? Üstelik dün, HK’nin bir “savunması” vardı şimdi o da yok. Bütün cümlelerimin bağırsakları dışarıda. Niye mi? Bilmem, belki de sevmediğim 7edi 7etmiş ilişkisi!

Babın son (soru) cümlesi büyüklerime:

Bir de şimdi söyleyin bakalım, o dönemde çocuk olmuş olmayı hala istiyor musunuz?

Hasan Sever

Zürih, 17 Ocak 2010

Yıllar yıllar sonra o yazıla(mala)rdan birinin üzerinden geçerken…
Berojî Reş, Yoğunsöğüt, Elbistan – 6 Ağustos 2017.

Devrimimiz yenilgiye uğrayınca taş yazılamalarda kişisel notlarımız kaldı…
Fotoğraflar: Kalender Sever

Çocuktuk, sözlerin manasını bil(e)meden içli içli söylerdik… Bugünden dönüp baktığımda görüyorum ki mana ekseriyet geriden gelirmiş zaten…