Bir çığlık yükseldi. Sanki her şey bir anlığına durdu: Rüzgar durdu, dal durdu, yaprak durdu, su durdu.
Her şey sıradan!
Sıradan bir gün, sıradan bir gök, sıradan bir güneş, sıradan bir aydınlık, sıradan bir ev, sıradan bir köy.
Birinin öldüğü nasıl ifade edilir? O ilk kelime kimin ağzından çıkar?
Bazı anların hatırası olmaz çünkü onlar hep yaşanır.
Bir çığlık yükseldi. Sanki her şey bir anlığına durdu: Rüzgar durdu, dal durdu, yaprak durdu, su durdu. Sonra yine her şey kaldığı yerden hayata devam etti.
Çığlık, Hasan’ın annesinin çığlığıydı.
Bir sese ne kadar şey sığar? Bir ses hayatın ne kadarını taşır? Tarifi zordur; çünkü o sesten her zaman duymayız; iyi ki de duymayız. Düşünün; çepeçevre dağları, o dağların eteğinde elbisede yama gibi duran tarlaları, yamaçtan geçen yolu, sağa sola fırlatılmış alıç ahlat ağaçlarını, toprak damların yerle yeksan duvarlarını, orta yerde bütün sevimsizliğiyle boy veren ebegümecini, ısırgan otunu, yılan kokusunu, yonca tarlasını, bostan serinliğini, dut şerbetini ve ceviz gölgesini… Hasan’ın annesinin çığlığında bütün bunlar vardı; fakat Hasan yoktu.
“Hasan ö m şşş!”
Uzak bir şehirdi İstanbul; uzak ve büyük. Büyük bir şehirdi İstanbul; büyük ve uzak. Bunlar hep yan yana mı yazılır? Hasan, uzak ve büyük bir şehirde öldürülmüştü. Tel böyle söylüyordu. Tel, telgrafın kısa haliydi; ve o teller hep kara ve kısa haberler taşıyorlardı.
Hasan’ın annesi, Hasan öldürülmeden önce kocaman bir kadındı. O kadar kocamandı ki Hasan’ın boyu posu içine sığardı. Hasan’ın annesi, Hasan öldürüldükten sonra, ufak tefek kara kuru bir kadındı. O kadar ufaktı ki eşarbının ucu yere değerdi.
Acı değmiş her vücut büzülür. Acı görmüş her yüz süzülür.
Hasan, yirmisinin ortasında, orta boy, çelimsiz ve vasıfsız bir insandı. Vasıfsızlık Hasan’ın değil şehrin suçuydu. Hasan köyde çobandı; vasfı cebinde, köpeği yanında, değneği elinde bir delikanlıydı. Bekardı.
O(,) büyük şehre gitmişti.
“Bütün şehirler büyüktür” diye düşünürdü Hasan. “Bütün şehirler ışıklıdır.” Işık ve büyüklük şehrin tarifiydi; bir de arabalar. Çöp bidonları, posta kutuları, süt şişeleri; ama ille de dükkan camekanları. Ve kaldırımlar ve kaldırımlarda güzel kızlar; bir de kız gördüğünde kızarmasa!
Göğün çok uzak olduğu bir gündü. Derinliksiz, upuzak bir uzak. Bulutlar yırtık bayrak gibi salkım saçaktılar. Ne bir tayyare izi ne bir uçurtma vardı uzakta. Gök, şehrin üzerine huni gibi kapatılmış deli şapkasıydı. İnsanlar, delirmiş şehirde, sokak ortasında can taşıyorlardı. Hasan başını kaldırıp göğe bakmadı; öyle bir alışkanlığı yoktu. O, çoğu insan gibi, boyundan büyük şeylere bakmazdı. Ağacın büyüklüğü, binanın yüksekliği, kubbenin eğrili onu ilgilendirmiyordu. Şehri tarif et desen, en fazla boyu kadar ederdi.
Tarif aklındaydı:
“Karşıya geçince düz gideceksin, ne sağa ne sola. O binanın önünde dolmuşa bin, üst geçide varmadan in. Yokuş aşağı, önünde elektrik direği olan bina, alt kat. Numuneleri teslim et, dön. Yolda oyalanma, tamam?”
Hasan o adrese gitmedi; gidemedi. Yanlış bir yolla, yanlış bir zamanda, yanlış bir yere gitti. Ve o yanlışın herhangi bir yerinde, herhangi bir zamanda, herhangi birilerince, herhangi bir yere götürüldü. Hasan’ı bağladılar; domuz topu. Hasan’ın canını yaktılar, sigara sön…
Hasan’ı alıp bir arabaya koydular. Arabayı çalıştırıp üst mahalleye gittiler. Mahallenin içinden hızla geçerken, kapıyı açıp Hasan’ı attılar. Hasan dertop olmuş halde vardı bir gecekondunun duvarında durdu. Duvar yüzünü çevirdi, bakamadı; sokak yüzünü çevirdi, bakamadı; mahalle yüzünü çevirdi, bakamadı; gök, utancından mavisini kapadı (şehir hiçbir şey olmamış gibi Marmara’ya aktı)…
Hava, satır satır karardı. Sıradan bir karanlık; sıradan bir kara, sıradan bir kar, sıradan bir, sıradan, sıra, sır, .
Meğer karanlıkta her şey karanlık olurmuş: karanlık ve …!
Hasan’ı duvar dibinden aldılar
Adressiz bir pusula alır gibi, cam kırıp içeri düşen taşa sarılmış kağıdı açar gibi… Alıp, idare lambasında okudular. Hasan’ın ağzı kapatılmış fakat gözleri açık bırakılmıştı. Açık kalmış gözler, kayıtta unutulmuş kamera misali her şeyi kaydetmişti; lakin görüntü okunamadığından film yanmış zannedildi.
Hasan’ı gönderdiler.
Tabut, vardı Hasan’ın annesinin yüreğine karşı, ocakta köz misali durdu. Hasan’ın annesi yandı yandı yandı; tüttü tüttü tüttü. Tüten kara duman o kadar karaydı ki karanlıkta dahi görülüyordu. O karanlık öbek öbek, boğum boğum, kucak kucak göğe yükseldi. Rüzgar yoktu, hava soğuktu. Anne vardı bulutun üstüne kuruluverdi.
Yüzünü görmek istedi babası, göstermediler. Kimsenin Hasan’a bakacak yüzü yoktu. Toprağı bol kazdılar. Hasan’ı soğuk toprağın üstüne bıraktılar. Mezarın üstünde ateş yaktılar. Yalımlar, yılan dili misali çatal çatal bulutlara uzandı. Anne ısındı, yağmur olup yağmaya başladı. Anne ağladı, bulut açıldı. Bulut açıldı, güneş göründü.
Sonbahar, bir tırpan gibi geçti köyün üzerinden. Kara duman süzüm süzüm süzüldü aşağıya; varıp eşarp oldu Hasan’ın annesinin başına.
Hasan Sever
Zürih, 9 Şubat 2011
Yazı görseli: Çığlık, Edvard Munch, 1893