ODTÜ 1. Yurt 508 numaralı odamıza Antakya’dan paket geldiği gün ziyafet var demekti.
ODTÜ 1. Yurt 508 numaralı odamıza Antakya’dan paket geldiği gün ziyafet var demekti. Mehmet (Ak) Abi’imiz -gerçekten bir ağabeydi- her zaman temiz, düzenli ve şık bir insandı. Kışın pardösüsü, yaz kış yeleği omuzlarından eksik olmazdı. Yanılmıyorsam uzun Maltepe içerdi. Herkesin sigarası biter Mehmet Abi’ninki bitmezdi. Ve özellikle, yurt odalarımızın çalışma masalarını aydınlatan florasanların sıcağında kurutulmuş sigaraları çok meşhurdu. Sigarayı bırakmış biri olarak sigaraya güzelleme yapmak istemiyorum ama isim babam, geçen yıl kaybettiğim, sevgili Mam Hasan bir, Mehmet Abi iki, bunlara sigara gerçekten yakışırdı. Sigaraya yeni başladığım ve bunu mümkün mertebe, aynı yurt odasını paylaştığım Aziz ağabeyimden sakladığım zamanlarda, Mehmet Abi’nin çok “tiryakiliğini” gördüm. Bir keresinde son sigarasını bana uzatmış, ben de klasik “Tiryakinin son sigarası alınmaz” demiştim. Demiştim de dediğime pişman olmuştu. Antakyalılara has, “dinimi güzelledikten” sonra; “O laf sigarasını paylaşmak istemeyen dümbüklerin uydurmasıdır” demişti. Kulakları çınlasın.
ODTÜ 1. Yurt 508 numaralı odamıza Antakya’dan paket geldiği gün ziyafet var demekti.
Pakete gelince… Her şeyden önce o paket Mehmet Abi’nin değil odanındı. Paketi, gider terminalden alır getirir ortaya bırakırdı. (Şimdi fark ettim) Mehmet Abi kimseye “buyur” demezdi çünkü “buyur” demek sahiplenmekti. Pakette standart: İçli köfte (İçli köfte biz Maraşlılarda da olur üstelik annem de çok güzel yapar fakat Antakya’nınki daha büyük ve daha estetik bir köftedir. Zaten ben, Antakyalılarla tanıştıktan sonra biz Maraşlıların yemek kültürüne sahip olmadığını anlamıştım.), içli köftenin yanında, etli ve üstü küncülü bir ekmek olurdu. Yine pakette, “lahmibacin” hiç eksik olmaz, yanında mevsimine göre turşu bile bulunurdu. Tatlı olarak ne olurdu hatırlamıyorum ama künefe yoktu. Yeni öğrendim, bu yokluğun çok teknik bir sebebi varmış. Mehmet Abi, okulu bırakıp gitti. En son, ağabeyimin söylediğine göre, bir yerel gazetede yöneticilik yapıyordu. Daha sonra ne oldu, nereler gitti bilemiyorum. Pardösüsü kirlenmesin!
İçli köfte biz Maraşlılarda da olur üstelik annem de çok güzel yapar fakat Antakya’nınki daha büyük ve daha estetik bir köftedir. Zaten ben, Antakyalılarla tanıştıktan sonra biz Maraşlıların yemek kültürüne sahip olmadığını anlamıştım.
‘95 senesinde, apar topar memleketi terk edip, daha önce haritada bile yerini merak etmediğim İsviçre’ye geldiğimde, kaldığım iltica kampına bir “delikanlı” geldi. “Hasan sen misin?” diye sordu, soyadımı es geçip “Evet, benim” dedim. “Ben Muhittin, tanıştığımıza memnun oldum” dedi. Tanışmamızın hikayesi şöyle: Kendisi de benim yaşlarda olan Muhittin, yıllar evvel Almanya’dan memlekete dönmüş bir ailenin en büyük oğlu, memlekette “tutunamayınca” çocukluğuna dönmüş, hayata kızgın, kızgınlığını sola demirlemiş, “yaşlı” yoldaşların arasında bir yeni yetmedir; fena halde sıkılmaktadır. Birgün, iltica kampına ODTÜ’lü bir gencin geldiğini haber alır ve doğrudan tanışmaya gelir. Sık sık anlatırdı, “Bir gidip bakalım, şu dinini “sevdiğim” ODTÜ’lüler nasıl olurmuş” derdi. Muhittin’le dost olduk. Kendisiyle herhangi bir “resmi” yoldaşlığımz olmasa da hep yoldaş olduk. Aynı evde kaldık. Hani deyim yerindeyse beni hep el üstünde tuttu. “Delikanlı” damarı ağır basan dostum, yanımda, kendisini frenleyemediği zamanlarda, “Din ve Allah” üzerine bütün güzellemeleri geçer, sonra bana döner, “Yoldaş, kusura bakma. Bunlar bizim orada sıradan laflar. Bu küfürlerden ötürü kimse kimseye kırılmaz, zaten bunlar küfür değil. Değil mi?” der, kahkahayı patlatırdı. Muhittin Antakyalıydı ve bir Antakya aşığıydı. Aradan yıllar geçti, birazını unutmuş olabilirim ama hiç görmediğim Antakya’yı defalarca gezmiş biri kadar bilirim.
Aradan yıllar geçti, birazını unutmuş olabilirim ama hiç görmediğim Antakya’yı defalarca gezmiş biri kadar bilirim.
Muhittin’in en çok künefe anlatmasına hayrandım. “Yoldaş, künefe söz konusu olduğunda bende bir yazarlık peydah oluyor değil mi?” der, gülerdi. Hakikaten de öyleydi. Başka türlü, Harbiye’de yenen künefenin peyniri ta Köprübaşı’na kadar nasıl uzatılabilirdi. Künefenin kızarmışlığını, şerbetin yoğunluğunu, peynirin sünmesini, yapan ustanın boncuk boncuk terlemesini, servis yapan garsonun becerisini ve bütün bunların anason atmosferinde vuku bulduğunu ballandıra ballandıra anlatırdı. Fakat, hiç künefe yememiş olan ben için bu yine de eksik bir anlatımdı. Muhittin, kızgınlığı İsviçre dinginliğinde yumuşayınca, demir aldı, Almanya’ya gitti; oraya yerleşti, evlendi, baba oldu. Ara sıra haberleşiyoruz. Antakya aşkı hala devam ediyor.
“Yoldaş, künefe söz konusu olduğunda bende bir yazarlık peydah oluyor değil mi?” der, gülerdi.
Yıllar sonra bir mesai arkadaşım oldu; benden dört beş yaş büyük, muhasebe müdürümüz. Aynı aşk, aynı dert, aynı dava onda da mevcut. Memleketin büyük firmalarında büyük patronların günahlarına sevap kılıfı uydurmaktan bıkmış, huzuru İsviçre’de bulmuş Antakyalı ve künefe hastası bir insan. “Hasan’cığım, künefe bir tatlı değil o mübarek bir şeydir” cümlesi ona aittir. Ve bir tatil dönüşü künefe getirdi: Büyük vuslat; Şems geldi Tebriz’den.
“Hasan’cığım, künefe bir tatlı değil o mübarek bir şeydir”
Antakyalı tatlıcılar, zamanın ruhuna uyup; gecikmeli de olsa taşınabilir, dondurulmuş, hazır künefe imal etmeyi başarmışlar. İşte gerek Mehmet Abi’den gerekse Muhittin’den künefe yemememin esbabı mucibesi bu gecikmeymiş. Tarih şehri Antakya’nın Romalıdan kalma yollarına ayak basamamış; kilise, cami ve havrasını görmemiş de olsam bunun çok değerli ve takdire şayan bir buluş olduğundan şüphe etmiyorum.
Tarifi şöyle: Künefemizi, mikrovellede, mikrovelle yoksa önceden ısıtılmış 200 derecelik fırında peyniri eriyene kadar tutuyoruz. Bu sırada, plastik bir torbada, yüzde kırk şeker, yüzde altmış su karışımında olan şerbeti tencerede bir taşırımlık kaynatıyoruz. Fırından sıcak çıkarılmış künefenin üstüne şerbeti döküyoruz. Ve katta israf etmiyoruz. E hadi buyrun…
Velhasıl, künefenin faydaları anlatmakla bitmez.
Cümlelerimi künefeyle bağlayayım. Dostları yad ettim, ağzım şerbetlendi, gönlüm şenlendi. Hayat kumaşımda yedi renkli pamuk ipliği gibi nakışlı duran Antakyalı dostlara selam ediyorum!
Uzun Çarşı’mız var, künefemiz bol olsun…
Hasan Sever
Zürich, 4 Ocak 2010