“Yetê û Noko”

Bir fotoğrafın fotoğrafı…

Ne çok etkiye açık yaşıyoruz. Cümle bedenimiz, gün yirmi dört saat çalışan bir teleskoba benziyor. En çok gözlerimizi kullandığımızı düşünüyoruz ya; değil, en az onları kullanıyoruz. Gözler, daha ziyade algılarımızı sıradanlaştırmaya yarıyor. Belki de bu, bir yaşam stratejisi. Öyle ya, baktığımız her şeyi görecek olsaydık helak olurduk.

Orta Anadolu Kürtlerince çıkarılan Bîrnebûn dergisinin kapak fotoğrafını görünce, objektifi, kalabalık içinde bir noktaya odaklamış gibi oldum. Fotoğrafçılıkta “bokeh*” deniyor buna; etraf flulaştı, zaman kayboldu…

Hatırladığım ilk fotoğraf makinesi; ayaklı, sokak ortasına kurulmuş eski usul bir makineydi. Fotoğrafçı yaşlı, elleri titreyen bir amcaydı. Hemen oracıkta, duvarı dekor yaparak fotoğraf çekiyor, daha sonra, bir çekmeceyi çekiyor, oradan çıkardığı fotoğrafları kesip, fotoğraf sahibine teslim ediyordu; şimdiki fotoğraf kulübelerinin insanlı, sulu ve körüklü hali. O caddeye, caddede yürüyen insanlara, havaya ve vakte dair hiçbir şey hatırlamıyorum; hatırladığım tek şey Elbistan’da bir yer olduğu. Yine, “zoom”lanmış bir görüntü gibi, etraf flu, zaman kayıp…

Fotoğrafla sorunu olan biriyim. Hem fotoğrafçılığa hem de objektife nasıl bakılması gerektiğini bilemiyorum.

[Karanlık odaya bir iki girmişliğim olmasına rağmen, ışıksızlıktan pek bir heyecan duymadığımı hatırlıyorum. Yalnız, müthiş etkileyici bulduğum, ışık-karanlık ikilisinin hakkını teslim etmek isterim. Işık (görüntü) yaratmak için ışığı kapatmak zorunda oluşumuz; ışığı karanlıkta oluşturuyor olmamız, yoğun bir felsefe içeriyor olsa gerek. Karanlık odaya girmek, bir şeyi hayal etmek için gözlerimizi kapatmamıza ne kadar da benziyor. Ve galiba fotoğraf, objektifin gördüğünden değil karanlığın yorumladığından oluşuyor; tıpkı beyinle göz ilişkisi gibi.]

Objektife bakamayışımın muhakkak bir yaşanmışlık altyapısı vardır fakat fotoğrafçılığa dair neden bu kadar muğlaktayım henüz çözebilmiş değilim. Bu manada yazdıklarımın daha ziyade “bilemememe” sayılmasını isterim. Geçenlerde okuduğum bir yazı, “fotoğraf resmi rahatlatmıştır” diyordu. Bir parça olsun, karışıklığıma düzen verir gibi oldu. İçinden çıkamadığım noktalardan biri resimle fotoğrafın sık sık kesişiyor olması olsa gerek. Aslında işin ucunda sinema olmasa, cehaletimi ukalalık düzeyinde sergilerdim fakat sinemanın da bir fotoğraf olduğunu düşününce söyleyeceklerimi geri tutuyorum.

Bîrnebûn’un kapak fotoğrafına geliyorum. Derginin, içindekiler bölümünde, fotoğrafa dair şu bilgi notu düşülmüş: Noko ile Yetê, Kalebalta Köyü (Aksaray bn), 1940’lı yıllar.

Yetê ile Noko, henüz, yirmili yaşlarda görünüyorlar, muhtemelen taze evlenmişlerdir. Giysilerini hakkıyla tarif edecek kadar folklorik bilgim yok. Fotoğrafın, algılarıma takılan noktalarını aktarmaya çalışacağım.

[Yetê’nin kemerinin tokası bana “Aynalı Kemer” türküsünü hatırlattı. Feryal’in yorumlamak adına “şuhluk” sosuna batırdığı türkü, “Aynalı kemer olmazsa ben gelin gitmem” der; mühimmiş demek ki!]

Evvela duvar. Her fotoğrafımıza, sohbetimize ve idamımıza dekor olan duvar. “Duvarın dibinde resmim aldılar”dan bu yana hep önünde arzı endam ediyoruz. Şöyle bir boşluk, gökyüzü, yeşillik veya su görünmez arka planımızda. Arka planımız bizden bir adım ötede biter ve duvardır. Belki de bir güvence arıyoruzdur. Arkamız sağlamda, sırtımız duvarda olsun istiyoruzdur. Yetê ile Noko de öyle istemiş. Geçmişler bir taş duvarın önüne, cesur ve varsıl durmuşlar.

Bu fotoğraftan, cesurluk ve varsıllık hariç, çok görmüşlüğüm var. Çocukluğumun duvarlarında; ki beyaz badana, yamru yumru duvarlardır onlar, bu fotoğraflar asılıdır. Yine o duvarlarda, en çok, mahpus ve askerlik fotoğrafları çerçeve verir. Askerlik fotoğraflarının çoğu, çenenin, sol elin baş ve işaret parmaklarının çatalına poz edilmesiyle çekilmiştir. Bu pozun sebebi var, sebep saattir. Saatin görünmesi istenir ve o saat ekseriyetle “nacak” markadır.

Mahpushane fotoğraflarına gelince. Genellikle kalabalık fotoğraflarıdır. Kadrajın alt  ya da üst kısmında bir yerde “mahpushane hatırası” kazılıdır. Ve mahpusların suratında esarete dair hiç bir iz bulunmaz. Onlar, askerlik yapar gibi, yamaçta çift sürer gibi mahpus yatarlar. Dava mı, genellikle “adam” öldürmedir. O fotoğraftaki, hani adam öldürmüş olan, işte ona sorun, tıpkı Yol filminde “katil gibi çıkmışım diyen” “katil çocuk” gibi cürüme fersah fersah uzak durur. Niye mi? Bilmiyorum. Belki, diyorum hani, toplumsal bir norm, yasalarca yasaklanmış da olsa meşru görüldüğü içindir. Yasa zaten, toplumsal bir sözleşme içermiyorsa kitabidir ve benim memleketimde kitap pek az okunan bir şeydir.

Fotoğraf; evlenirken, askere giderken ve mahpus yatarken karşımıza çıkar ya, hayatlarımızın sinir uçlarına tekabül eder. Zaten hayat dediğin de bunlardan başka nedir ki? Yetê, muhtemelen, bir daha kamera karşısına geçmemiştir. Çocuk doğurmuş, ahır temizlemiş, ekin kaldırmış, ekmek pişirmiş, kına ve ağıt yakmış; otuzunu geçmeden dişiliğini ve beraberinde, bohçasından hiç çıkarmadığı kadınlığını, bir güzel sarmalayıp, sandığın en kuytu köşesine kaldırmıştır.

Noko askere gitmiştir. Askerlik fotoğrafı da vardır. Henüz terlemiş bıyıklarını evvela kesmiş sonra da, bir daha kesmemek üzere, serbest bırakmıştır. Köstekli saat, ceket, yelek, şalvar ve yün çorap giymeye devam etmiştir. Şapkasının iç kenarlarına gazete kağıdı doldurmuş, gazetenin ter emmesini şaşarak görmüştür. Sonra, eğer şansı varsa devlete bulaşmamıştır.

[Devlete bulaşanın fotoğrafı olmaz; o, ya stran ya da türkü olur. Ne tuhaf! Benim memleketimde, stran/türkü serbest, fotoğraf yasak!]

Noko, devletin kolluk kuvvetlerini bertaraf edip, toprağında, topraktan bir parça olma mesutluğunu yaşamışsa, bilmelidir ki şanslıdır fakat bu, alacaklı olmadığı anlamına gelmez. Tahsildar heybesinde emeği, herkesle bir olduğu askerlik ocağında ahı kalmıştır. Ah o gedikli, sivilde, bir tenhada karşısına çıkacaktı ki! Çıktı mı, bilemeyeceğiz.

Yine fotoğrafa bakıyorum. Noko ne kadar da kabarık durmuş. “Ey hayat dokun bakan!” der gibi. Yetê mi? Pusmuş. “Ey hayat dokunma bana” der gibi. Hayat oysa, içindeki her şeye dokunur; Yetê’ye de dokunmuştur.

Ayaklar dikkatinizi çekti mi? Yok yok fotoğrafın eskiliğinden değil, tam da olduğumuz gibi geçmiş filme. Demin, daha demin topraktan çıktığımızın kanıtı olarak duruyorlar. Ve biz hala kararsızız; o topraktan kopsak bir dert, kopmasak bir dert!

Noktalıyorum. Ve noktalamadan önce, bu yazıya ilham olan, Noko’nun sol eline bakmanızı rica ediyorum. Değil mi ama! Nasıl da Yetê’nin bileğini sıkmış. Bunun, şairane bir tarifi vardır; bilmiyorum. Bunun, bir fotoğrafçı tarifi vardır; hiç bilmiyorum. Bir kaç cümleliğine Noko oluyorum: “Sevdiğimi söylersem erkekliğimden, elini bırakırsam “adamlığımdan” olurum.” Yetê oluyorum: “Sevdiğini söylersen iffetimden, elimi bırakırsan “kadınlığımdan” olurum.” İşin içinden çıkamıyorum. Hani diyorum, şu fotoğrafı bir daha çeksek. İşte, çekemiyoruz ya! Fotoğraftan nefret ediyorum.

Hasan Sever

Zürih, 16 Kasım 2010

* Bokeh / Boke, Japonca bulanık demek.