Üvey anne ve üvey kız kardeşlerin zulmünü görürüz de, sınıfsal konumundan rahatsız olan ve herkes gibi saraya adreslenmek isteyen kızın “ihanet”ini görmeyiz. “Bir masal böyle mi yorumlanır” diyebileceklere açıklamamdır; “çubuğu tersine büküyorum”. Eski bir Çin masalından Binbir Gece taifesine, oradan da Avrupa’ya cümle atan masal, bize, yine Avrupa üzerinden “Sindirella” olarak gelir. Yani Avrupalı, bizim olanı bize bir kez daha satmıştır.
Mesajı sadedir: “Sen doğru ol, kem belasını bulur.” – Ki bulduğu çok nadirdir. – Unutulan ise sürenin ve hükmün sınırlı olduğudur. Saat, gece on ikiyi vurur ve rüya biter. Hızla felaketine koşan dünyamızın haline ne kadar da benziyor. Bir farkla, biz saatten emin değiliz. Felaketimiz bir saat sonra da olabilir bin saat sonra da… Kaldı ki arkamızda bırakacak bir nişanemiz ve onun sayesinde bizi köşe bucak arayacak bir kurtarıcımız da yok. (Bütün prensesler uykuda, bütün prensler kurbağa şimdi.)
Kül Sistemi
Adını hem yazmakta hem de telaffuz etmekte zorlandığım İzlanda’daki yanardağ (Eyjafjallajökull), iki yüzyıllık uykusundan uyanıp şöyle bir gerindiğinde, kimsenin aklında “havadan” bir felaket yoktu. Büyük havayolu tekelleri (ki küçüğü yoktur) günlük kasalarını yapmakla ve biz insanların “mutluluğu” için mesai tüketmekle meşguldüler. Derken, kül bulutları geldi ve “manzaramıza tüy dikti.” Daha evvelini pek bilemediğimiz sivil havacılık geçmişimiz, bir “insanlık” yapıp uçuşları durdurdu ve buna kimse ses çıkarmadı. Hatta hepimiz içten içe sahiplenilmiş olmanın huzurunu yaşadık. Ne de olsa söz konusu olan hayatlarımızdı ve tehlikenin çapını bilmemekteydik. Hani futbolda denir ya “emin değilsen oynat” diye; havacılıkta ise “emin değilsen durdurmak” gerekiyormuş; öğrendik. Fena halde uçak korkusu olan (ki olmayanı aptallıkla suçlamama kelimeler kalmış bulunuyor) ben, bu durumu büyük bir “şaşkınlık” ve sevinçle karşıladım. Şimdi, şaşkınlığımın haklılığı ve sevincimin kursağımda kalmışlığıyla malulüm…
Alman Die Zeit gazetesinin verilerine göre 137 saatlik “uçuş yasağı” Lufthansa’ya toplamda 200 Milyon, Air France-KLM ortaklığına günlük 35 Milyon, British Airways’e yine günlük 16-17 Milyon ve bütün Havacılık sektörüne ise 1,3 Milyar Avro’ya mal olmuş. Rakamların büyüklüğüne dikkatinizi çekmek isterim. Karlarını bilmekte zorluk çektiğimiz bu tekellerin, zararlarından yola çıkarak, nasıl bir çarka pervane yapıldığımızı görebiliriz sanırım. Avrupa’nın semasında dolanan “kül bulutu” benim gözlemleyebildiğim üç şeyi, bir kez daha ön plana çıkardı: Kapitalist altyapının üstyapıdan çok ileride olduğu, teknoloji kullanımı ile doğallığımız arasındaki makasın teknoloji (kar) lehine hızla açılıyor olduğu ve kar dürtüsünün bizi her türlü tehlikeyle baş başa bıraktığı…
Kül bulutlarının Avrupa hava sahasını kapattığı ilk saatlerde ortaya çıkan “konsensüs” uçak güvenliği-zarar (maliyeti-zarar) denkleminin, “dönüm noktası”nı (critical point) aştığı noktada ortadan kalkıverdi. Ama o noktaya kadar durumu idare eden yine de maliyet-zarar denklemi değil, üstyapının “bunca yıllık emeklerimize paralel” hazırlıksız olmasıydı. Çünkü uçulmayan her saat, ekonomik ve matematiksel tarifi ne olursa olsun, zarar demekti. Başlangıçta, maliyet-zarar denklem, uçak güvenliği lehinde tezahür ettiği ve üstyapı “gaflet içinde” olduğu için, gerek büyük gazeteler gerekse büyük televizyon kanallarından uçuşların yapılması konusunda pek bir fikir beyan edilmedi. Ne zaman ki eğri, zarar lehine yol almaya başladı, ortaya ve birden bire, bir sürü uzman görüşü çıkıverdi. Bu, sistemin temel içgüdüsüydü. Büyük bir şaşkınlık ve “tuhaf bir sevinç”le durumu müşahede ettim. “Güvenlik” diyen, biz insanların bunca yıllık emeğiydi. Tarihi birikimimiz, insanlaşma serüvenimiz ve her şeye rağmen sistem üzerinde yarattığımız baskı “üstyapı”nın anında uçuşları durdurmasına sebep olmuştu. Evet, kabul, maliyet-zarar denklemi de bu işte rol oynadı ama o daha çok “konsensüs” oluşturmada vazife gördü. Üstyapının henüz bizim korkumuzdan (insanlığın doğallığı) azad olmadığını büyük bir sevinçle fark ettikten sonra devreye kapitalist “kar dürtü”sü girdi. İşte o noktadan sonra Avrupa’nın irili ufaklı bütün iletişim kanalları “yasağın” kabak tadı vermeye başladığını yazmaya/söylemeye başladılar. Hani diyor ya “kapitalist, yüzde üç yüz kar gördüğü yerde, ipe gideceğini de bilse yatırım yapar” diye, ne zaman ki zarar, uçak güvenliği maliyetini aştı dünya ağız değiştirmeye başladı. Ortaya şöyle bir fotoğraf çıktı: “kapitalizm,” üst yapısının çok ilerisinde bir noktada mesai tüketiyor. Yasalar, güvenlik önlemleri ve tüzükler çarkın “hayvani iştah”ını doyurmaktan çok uzak görünüyor. Bu, kül bulutlarının, yeni bir üst yapı şekillenmesine vesile olacağı anlamına da geliyor olabilir. Durum, biraz da biz sistem dışı yığınların, anlamlı bir bütün olup olamayacağına bağlı görünüyor.
Havaalanlarına yığılan insanların ortaya koyduğu manzara, bir doğal afet görüntüsü vermesine rağmen, asıl fotoğraf, kapitalist sistemin kar uğruna insanları mahkum ettiğiydi. Evet, kabul, uçak teknolojisi yüksek bir teknoloji, insanları bir yerden başka bir yere taşımanın en hızlı (ve karlı) yolu ama motor dönmediği sürece bunun bir önemi yok. Müthiş bir tezat. “Konvansiyonel” araçların dahi pekala işleyebildiği bir durumda (lakin yaraya merhem olmaktan çok uzaklar) yüksek teknoloji “kör tavuk”u oynuyorsa orada bir strateji hatası vardır. Hoş, kara ve demiryolunun durumuna ayrıca değineceğim ama yine de bu çaresizliğin bir tezgahı olmalı diye düşünüyor insan. Var da… Benim ülkemde de buna benzer fotoğraflar mevcut. Doğru dürüst kara ve demiryolu ulaşımının olmadığı illere havaalanları yapmak sadece bir “hükümet kurnazlığı”yla açıklanamaz. İnsanı, onun her türlü ihtiyacını ve hatta, dokunulmaz kabul ettiği maneviyatını dahi kar-zarar işine indirgeyenler açısından durum çok net. Ama hayat “Think Tank”lerin yumuşak ışıklı odalarındaki gibi tezahür etmiyor. Bütün yönelimi kar üzerine olan sistemin en son geldiği nokta “kül bulutları”nda gizli. Ne oldu! İnsanlar gitmek istedikleri yerlere gidemez oldular. O müthiş kapitalist özgürlüğü(!), seyahat özgürlüğünü, yaşayamadılar! Bir saat içinde alabilecekleri mesafeler için günlerce beklemek zorunda kaldılar. Niye? Hani o sistemin kalbi olan otomotiv sektörü, hani toplu taşım ve çevre dostu trenler? Var mı böyle bir zulüm. Hem her insana bir otomobil satacaksın, yetmeyecek, vicdanını rahatlatmak için “uçan” trenler yapacaksın ve en sonunda bütün bunların boş olduğu ortaya çıkacak. Bunun bir ödentisi olmayacak mı?
Yüksek teknolojiyi tekeline alan kapitalist açısından bu teknolojinin kullanılmasının “her şeye rağmen” hiçbir sakıncası bulunmuyor. Doğanın taşıma kapasitesi, insanın yeni üretim biçimine dayanabilme (adaptasyon süreci) yetisi, yine bu üretimin insanın sosyal yapısında meydana getirdiği ve getirmesi muhtemel olan tahribatlar hiçbir şekilde denklemin girdileri arasında yer almıyor. Böyle olunca çılgın bir üretim karşısında, gittikçe zavallılaşan bir insan tipi ortaya çıkıyor. Cep telefonunun henüz bünyemizde nasıl bir tahribata sebep olabileceğini bilemeden, bu ürünün 2. hatta 3. nesil üretimleriyle yüz yüze gelmiş bulunuyoruz. İnsan doğallığının bu kadar komplike bir ürüne ihtiyaç duyup duymadığını kimse sorgulayamıyor. En sıradan cep telefonun ve bilgisayarın bile günlük yaşamımızı “insanca” sürdürmede yeterli olduğu bilinebildiği halde neden ve neye istinaden bu kadar çılgın bir üretim içindeyiz. Pentium I işlemcisi 1993 yılında piyasaya sürüldüğünde 66MHz hızındaydı, en son İntel işlemcisinin hızı ise (tek çekirdekli) 3.6 GHz’in üzerinde. Bu süre zarfında insanevladının doğallığı gerçekten bu kadar “hız artımı”na ihtiyaç duyacak şekilde mi gelişti. Yani hangi aynı işimizde 50-55 kat daha fazla hıza ihtiyaç duyar haldeyiz. Doğallığımız teknolojinin karşısında gittikçe cüceleşen, biçareleşen bir görüntü sergiliyor.
Sistem öyle bir hızla “kar”a koşuyor ki, ortaya çıkan ve çıkacak olan sorunlar karşısında aptallaşıp kalıyor(uz). Ürettiği sorunun çözümüne muktedir olamamak nasıl bir durumdur. Marx’ı yeniden mi yorumlamamız gerekecek. Bu kadar hız, bu kadar üretim ve bu kadar çark insanların mutluluğu için dönüyor olamaz. Eğer öyle olsaydı insanların mutlu olması beklenirdi. Kara Avrupa’sının atomize edilmiş “einsam” (yalnız yaşayan) insanından, Afrika-Asya’nın açlık ve savaşlarla terbiye edilen “gemeinsam” (toplu yaşayan) insanına kadar herkes bir mutsuzluğun pençesinde kıvranıp duruyor. Kendi isteğini toplumun isteği haline getiren kapitalist hem dünyayı sona yaklaştırıyor hem de bu faaliyetinden ötürü onu ödüllendirmemizi, kutsamamızı bekliyor. Yaşadığımız bir vahşet çağıdır. Yüz yıl öncesi, bin yıl öncesi kadar ilkel olmadığımızı iddia edebilecek biriyle her türlü “çarpışmaya” hazırım.
Kül Kedisi
Kül Kedisi’nin atı, arabası “kül bulutu” olmuş tepemizde dolanıyor. En güzel gecesini yaşamış olan kapitalizm; aldığı zevkten sarhoş, vardığı yükseklikten serhoş sallanıp duruyor. Papatya falı değil ki bu “ha düştü ha düşecek” diyelim. Bir tekmelik hali kalmış “sarhoşun.” Her hareketinden bir güzelleme çıkaranlara inat, ortaya çıkıp, o tekmeyi savurmak gerekiyor. Kaldı ki o tekmenin isabet etmesi bile gerekmeyebilir; rüzgarı dahi bu bulutu dağıtmaya yetecektir.
Hasan Sever
Zürih, 11 Mayıs 2010