Sevgili Amcam,
Sana bu sefer, her seyrettiğimde seni hatırladığım, seni her özlediğimde izlediğim bir filmden bahsedeceğim. Filmin adı Dersu Uzala. Çok uzaktan bir hikaye. O kadar uzak ki, dünyanın yuvarlağına el uzatsan, hikayeye parmakların değer; o kadar yakın yani.
Fakat sözlerime başlamadan önce; biliyorsundur gerçi, Hatun Teyze’yi de tutamadık aramızda. Tıpkı senin gibi, Ankara’da, hayatın perdesini çekti. Hatun Teyze, üstünde yürüdüğü toprağı dahi incitmezdi. Şimdi sıra toprakta, incitmesin O’nu. Önce toprağa, sonra sana emanet ediyorum.
Sana anlatacağım filme gelince,
Filmi yapan, yöneten yani, bir Japon. Büyük bir insan. Adı Akira Kurosava. Kalabalık bir ailenin sekizinci, son çocuğu. Filmi Rusya’nın uzak, soğuk, balta girmemiş ormanlık Mançurya bölgesinde geçiyor. Filmin hikayesi şöyle: Sene 1902, yüzbaşı Arsenev komutasında Rus askeriyesinden bir birlik, bölgenin haritasını çıkarmak üzere yola çıkar. Aslında, gittikleri yere dair herhangi bir bilgileri yoktur. Malum işte, emir demiri keser, kalkıp giderler. Orman sık, kimi yerlerinde yılan bile işlemiyor. Ora senin, bura benim derken, ormanın içinde ilerleyip bir vadide kamp kuruyorlar. Odun bol, alevi vadiyi ışıtan bir ateş yakıp, dinlenmeye geçiyorlar. Derken gecenin ilerleyen, askerin uykuya geçtiği bir saatte yamaçtan gürültü geliyor. Hemen, elde tüfek ayağa kalkıyorlar. Ayı geliyor sanıyorlar ilkin. Sesler iyice yaklaşıyor, çok geçmeden bir insan sesi geliyor.
“Lütfen ateş etmemek! Ben insan olmak!”
Rusçası kırık. Anca bu kadar konuşabiliyor. Derken karanlığın içinden, toparlak, kısa boylu, evi ve tüfeği sırtında biri çıkıyor. Bizim için bir Çinli ama o bir Goldi. Gelip ateşin başına oturuyor. Askerler kendisiyle kafa bulacak oluyorlar ama Yüzbaşı Arsenev, hemen araya giriyor. Anlıyor, Dersu’nun başka bir insan insan olduğunu. Dersu, bütün gün av kovalamış, hiçbir şey yememiş perişan haldedir. Aç olduğunu söyler. Askerin tayınından bir parça verirler. İştahla yer. Yemekten sonra piposunu çıkarıp, ateşten aldığı bir odun parçasıyla piposunu yakar. Yüzbaşı Arsenev, Dersu’ya ne iş yaptığını sorar. Dersu, avcıdır, tıpkı senin gibi. Evi barkı yoktur. Ailesini yıllar önce çiçek hastalığına kurban vermiştir. Dünyada yalnız başına kalmıştır. Bütün gününü ormanda geçirir. Yüzbaşı, Dersu’ya sorar:
“Biz bu bölgede araştırma yapıyoruz. Sıradağları, nehirleri ve geçitleri araştırıyoruz. Bize rehberlik yapar mısın?”
Dersu, biraz düşünmesi gerektiğini söyler ve sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, sanki yıllardır birliğin kılavuzluğunu yapıyormuşçasına, askerin önüne düşer. Birliğin işi kolaylaşmıştır. Dersu öyle bir insandır ki, aslında o, ormanın herhangi bir parçası gibidir. Kuşların sesini tanır, kaplanın öfkesini anlar, yağmurun damlasını bilir. Kısa sürede, bilhassa Yüzbaşı Arsenev’le aralarında sıcak bir arkadaşlık başlar. O artık neredeyse Yüzbaşı’nın vazgeçilmezidir. Birlikten ayrılıp, kısa bir keşfe çıktıkları ve fırtınaya tutuldukları günden sonra ise onlar artık birer dostturlar. Çünkü, fırtından Dersu’nun zeka ve tecrübesiyle hayatta kalmışlardır.
Neyse, sayılı gün çabuk geçer ve asker vazifesini bitirir. Artık geri döneceklerdir. Yüzbaşı, Dersu’ya kasabaya gelmesini, kendisine misafir olmasını teklif eder ama Dersu kabul etmez. Uzakta bir yerde çok samur olduğunu duymuştur. Gidip vuracak, çok para kazanacaktır. Zoraki, Yüzbaşı’dan mermi ister. İsterken o kadar zorlanır ki; oysa o, vermek söz konusu olduğunda, çekinmeden, hatta canını bile, tütün kesesinden bir tutam verir gibi vermeye hazırdır. Neyse, askerin elinde kalmış mermilerin hepsini alıp, bir tren yolunda birlikten ayrılır.
Aradan beş yıl geçer. 1907 senesinde Yüzbaşı, yine aynı bölgeye, birliğiyle göreve çıkar. Bahar vaktidir. Kar ve buz erimiş, sular yatağına sığmaz olmuş, ormanın kimi yerleri çamurdan geçilmez haldedir. Tepelik bir yerde mola verirler. Askerlerden biri, biraz uzakta bir avcı gördüğünü, avcının yüzbaşıyı ve birliğin adını sorduğunu, ama askeri sırlar gereği adama hiçbir şey söylemediğini Yüzbaşı’ya rapor eder. Yüzbaşı zaten bir gözüyle Dersu’yu beklemektedir. Hemen ormana, askerin dediği tarafa koşturur ve çok geçmeden eski dostuyla karşılaşır. Birbirlerini çok özlemişlerdir. Uzun uzun sarılıp, hasret giderirler. Yüzbaşı bir şeyi hep merak etmiştir: Acaba Dersu, çok samur vurup, çok para kazanmış mıdır?

“Pek çok samur vurmuşsundur?”
“Oldukça. Çok para kazanmak.
“Oh! Bu iyi!”
“Yalnız bütün para gitmek.”
“Nasıl?”
“Zengin tüccar beni davet etmek. Çok votka. Benim adıma saklaması için para vermek. Bundan sonra, adam hiçbir yerde. Neden? Ben anlamamak.”
Dersu yine birliğin önüne düşüp, elinden geleni yapar. Fakat Dersu eski Dersu değildir. Kendine konduramaz ama yaşlanmıştır. Daha kötüsü gözleri iyi görmemektedir. Bir avcı için göz demek, her şey demektir, biliyorsun. Birliğin görevi bitip, asker dönüş yoluna geçince Yüzbaşı, Dersu’ya, tekrar, kasabaya gelmesini, evinde misafiri olmasını önerir. Dersu bu sefer, biraz da durumunu düşünerek, teklifi kabul eder. Artık kasabadadır. İlk kez şehir hayatını görmektedir. Sobayı, sofrayı, koltukları, masayı, sandalyeyi, yatağı, her şeyi her şeyi ilk kez görmektedir. Doğal olarak yabancılık çeker ama hiçbir şeye, evlere parayla su dağıtan satıcıya şaşırdığı kadar şaşırmaz:
“Neden su için para vermek? Nehirde çok su olmak.”
Dersu mutsuzdur. Yüzbaşı, Dersu’nun mutsuzluğunu görür ama onu bu halde ormana göndermez; çünkü Dersu artık eski Dersu değildir. Yaşlanmıştır. Gözleri, keskinliğini çoktan kaybetmiştir. Orman onun için en fazla ölüm demektir. Fakat Yüzbaşı sonunda dayanamaz. Dersu, kasabada kalsa daha erken ve üstelik mutsuz ölecektir. Dersu’ya en iyisinden bir silah tedarik edip, Dersu’yu yolcu eder.

Hatırladın mı, biz de seni Ankara’da zor tutardık. Geldiğinin en fazla ikinci haftası yüzün Elbistan’a dönerdi.
İşte böyle sevgili Amcam,
Hikaye’nin sonu kötü biter … ama yazmayacağım.
Dersu yaşamış mıdır? Ormana sormak gerek.
Orman var olmuş mudur? Dersu’yu tanımak gerek.
Tıpkı senin, karış karış teptiğin toprağın bir parçası olduğun gibi, Dersu da ömrünü verdiği ormanın bir parçası olmuştur. Sen de geride çoluk çocuk bırakmadın, O da. Sen de para pul biriktirmedin, O da. Sen de bazen bir merhabaya kanıp, bir yılın emeğini harcadın, O da…
Geriye ne mi kalıyor? Bunu geride kalanlar söylesin: Belki, selülozuna leke düşmüş bir film şeridi, belki harfleri dökülmüş bir hayat hikayesi; fakat bir şey kadim gerçektir ki;
Ölüm dediğin, seni hatırlayan son kişinin öldüğü gündür.
Hatırana saygıyla.
Ellerinden öpüyorum.
Yeğenin Hasan Sever
Zürih, 25-26 Nisan 2014
Dersu Uzala filminden kareler



Film: Dersu Uzala
Yönetmen: Akira Kurosava, 1975