Sürgünde Kent Kaçamakları

Kent yalnızlığın çoğulu, çoğulların yalnızlığıdır. Her kent kendi içinde her kentli kentin içinde yalnızdır. Ankara’nın bozkır, Zürih’in ortaçağ kokan sokakları hep tek başınadır. Çünkü kent, insanlığın yalnızlığı envanterine aldığı noktada vücut bulmuştur.

Ankara’dan Zürih’e;

Sürgünde Kent Kaçamakları…

Zürih bana Ankara’yı anlattı. Belki tanımlamaya kalkılsa ikisinin ortak hiçbir özelliği yoktu ama kenttiler ve kendilerine has kokuları ve ruhları vardı. Ankara’nın suyu yoktu, Ankara’nın yeşili yok, Ankara sonradan bir kentti. Zürih ise su içinde, yeşil ve kavli beladan bu yana Zürih’ti. Kızılay Meydanı’nın keşmekeşliğinin Central’in düzenliliğiyle karşılaştırılacak bir tarafı yok; biliyorum. Hem Niederdorf’a gösterilen özen Ulus’a, Çıkrıkçılar Yokuşu’na, Samanpazarı’na gösterilmemiştir ama yine de biri diğerini tarif edebiliyordu. Belki de tarif ettiği bir kentini trajedisiydi; bilemiyorum.

Su ve tarih yoksa kent de yoktur. Irmağı veya gölü olmayan bir kent, yalnızlığını bir tarih boyu içinde biriktirmek zorundadır. Biriktirilen yalnızlık sokaklara çöken hüzündür. Hüzün ise kentlinin tek celsede boşanmasına yeter bir gerekçedir. Ankara’yı başkent yapanlar belki yeni kurulan bir cumhuriyetin idealistliğini yansıttılar ama hem Kızılırmak’a hem de başkente büyük bir haksızlık yaptılar. Şimdi Ankara gün yirmidört saat, üstü kapatılan onca dere ve bir türlü tertiplenemeyen Ankara Çayı’na mahkum durmadan içine kapanıyor. Yapılan haksızlık bu kadarla da sınırlı değil. Nasıl olur da bir kentin tarihi o kentin gecekondusu olur diyorsanız Ulus’a ve Kale civarına gidin; bir tarih nasıl genelev binalarına terk edilir ve o kentin yegane sembolü bir köksüzlük misali sonradan görme bir belediye yönetimince nasıl değiştirilebilir diyorsanız Ankara’ya bakın. Kenti bilmeyenler kentin yönetilebileceğini sanırlar çünkü onlar bir kentin kimseye yar olmayacağını/olamayacağını bilemeyecek kadar köylüdürler.

Ankara bir toprak şehirdir. Üstüne giydirilen başkent elbisesi kelimenin tam manasıyla bir sonradanlık olup onun bu elbiseyi kendine yakıştırmaya çalıştığı da bir Asya şehri hikayesidir. Övgüye değerdir. İstanbul’un olduğu bir coğrafyada Ankara olabilmek en nihayetinde bir inat ve dirayet meselesidir. Ona olan sevgimin altında yatan sebep bu mudur acaba! 

Kentleri hep sevdim ve yalnızlıktan nefret ettim. Yalnızlıktan nefret etmem bir Doğulu özelliğim olsa gerek ama kentlere olan sevdam nereden geliyor henüz bilebilmiş değilim. Belki de kentleri ilk kuranların Mezopotamyalılar olmasına bir gönderme benimki; dediğim gibi bilemiyorum…

Ankara’yı ve çocukluğumun bajarı Elbistan’ı bir tarafa alıp kaçamaklarımın dökümünü yapmak istiyorum. Olur ya bir gün yolum düşer de ilk göz ağrılarım hesaba oturmak isterlerse, ki oturacaklardır, tarihimde bu itirafnamem bulunsun isterim. Mahkemesi daha kolay olur…

***

Mardin

Mardin taştandır ve üst basamaktan alt basamağa tarih doludur. Kürtçe’yle bile yabancısı kalabileceğiniz, sokakları yalnızlık, yolları kamyon kokan bir kenttir. Sürgün müdür, sahipsiz midir, küsmüş müdür bilinmez. Hep bir genç kız trajedisi yaşar sanırsınız oysa kadınları Arap adetince bakımlı ve kendine düşkündür. Suyu yoktur hem de çok yoktur.

Zürih

Zürih ortaçağ kokan bir kuzey Avrupa şehridir. Tepeden bakınca balık sırtı kararmış çatılar serer önünüze. Küçüktür ve küçüklüğünün hiçbir kompleksi yoktur sokaklarında. Erken kapatır dükkanlarını. Sabahın kör karanlığında döker insanları yollara. Ciddidir, kolay kolay gülmez ve düzenlidir. Hem o kadar düzenlidir ki boş caddede, olmayan trafikte kırmızı ışığa ihtiyaç duyar. Acelesi yoktur insanlarının çünkü kimse işini aceleye bırakmaz. Tıkanabilecek bir trafik hep hesap edildiğinden, ki tıkandığı nadirdir, varılacak yere hep erken varılır. Kurudur ve yeşili boldur. Yine de İsviçre için fazla hareketlidir. Bir tutuşta avucunuzun içinde hisseder ve adımınızı sokağa attığınız anda içinde kayboluveririsiniz ama yine de bütün yolları istasyona çıktığından kaybolmazsınız. Zürih ve Uetliberg (Ütli dağı) arasına asılmış bir hamak gibidir. Başı gölde serinde, ayakları Basel’da Ren nehrindedir

Viyana

Viyana klasik bir şehirdir. Malkoç’un kapılarını zorladığından bu yana hem biraz asabi hem de acı çekmişliğin olgunluğu vardır üzerinde. Klasik müzik çeker canınız öylece kalıverirsiniz taş kaldırımların üzerinde. Kent zaafınız varsa Viyana’ya kesin vurulursunuz/asılırsınız. Ama mutluluğunuz onu asla elde edemeyeceğinizi anladığınızda başlar çünkü o, her kent gibi ne size ne de bir başkasına yar olmayacak kadar olgundur. Suyu vardır; Donau, bizdeki adıyla Tuna, oğul Strauss’un notaladığı gibi mavi bir tarak misali tarayıp geçer şehrin zülüflerini.

Londra

Londra bir emperyal kentidir. Dünyaya hükmetmek, dünyayı yemek nasıl bir şeyse Londra tam da öyledir. Her binası, her sokağı ve her metrosu size bir sömürge hikayesi anlatır. O kadar sömürmüş/semirmiştir ki  şimdi kendi ayakları üzerinde duramayacak kadar hantaldır. Tarihi vardır ve İngiliz sicimi misali mutlaka bir yerlerimize bir zamanda dolanmıştır. Suyuna gelince: Thames ırmağı bir kişiliksizlik abidesi olarak sessizce yarıp geçer kenti ve denize varıp varmadığı bile tartışmalıdır.

Venedik

Venedik su içindedir ve turizm denen kent düşmanı sektörün bir kapatmasıdır. Kendi yalnızlığını dahi yaşamayacak kadar yalnızdır ve bütün sakinleri tarafından terk edilmiştir. Bunun kahrından olsa gerek her an biraz daha denize gömülmektedir. Belki de kendini yaşayabilmek için bulduğu tek yol budur. Sadece yazık diyebiliyor insan…

Bern

Hem suyu hem de tarihi olup kişiliksiz kalabilen acayip bir kenttir Bern. Üstüne düşen Zürich’in gölgesi mi yoksa İsviçre’nin küçüklüğü mü bilinmez ama yine de burnu havada halinden memnundur.

Paris

Afrika’dan yüklendiği günahlar Notr Dame’ın günah odalarından taşsa da devrim yapmış bütün kentler gibi güzeldir. İçi sıra uzayan sokakları havadar ve tüm yolları Sen nehrine çıkar. Dizesinden taşmış kavun kokuludur.

İstanbul

Tepe tepe kullanın, dedi Genç Mehmet

Yanlış anladılar…

Floransa

Cumhuriyetçi Michelangelo’nun Davut’un sırtına yüklediği kuş tüyü dünyadır rönesans; ve Roma’dan Kudüs’e gök mavi kan damıtır. Duomo’nun kubbesi güvercin telgrafhanesidir dünyanın; “İnsandır” diye başlar kısacık haber, “tanrıyı var eden.” Arno nehrinin buğusuyla kararan üzüm salkımları katık olmazdan evvel fakir sofralarına, Mezopotamya’dan kalkıp gelmiş buğday benizli taneler doluşur değirmenlere.  Ekmek ve şarap diye geçer taş tabletlerin satırlarında, biz ise şimdilerde devrim ve hürriyet diyoruz onlara.

***

Kent kadındır; kucaklayıcıdır, dıştalamaz ama çok zor açar ruhunun kapılarını. En çok turistlerden nefret eder çünkü onlar en çok bir gecelik macera peşindedirler ve o bir geceden sonra kente sahip olduklarını sanırlar.

Kentlerinizi turistlerden koruyun! 

Hasan Sever

Zürih, Ekim 2005. Son güncelleme: 28 Mayıs 2022

Fotoğraf: Zürih, Limmat.