Ne dünya benim etrafımda ne ben dünyanın etrafında dönüyorum.
VI
Canı nasılda Santana çekiyordu. Şöyle yumuşak, dokunaklı bir solo geçse ne güzel dinlerdik. Hem bak, Led Zeppelin de olabilirdi. Ne mi alaka? Yahu daha ne olsun…En güzel öfke, en yumuşak dokunuş gibidir. Hatta gibidir de değil… Öyledir… Ama bizim ne müzik dinleyecek ne de müzik dinletecek durumuz vardı. Kasetçaları bulsak kasetimiz, kaseti bulsak dinleyecek yerimiz yoktu. Ben ve oda arkadaşım ayrı dünyalardan gelmiş aynı melodilere vurulmuştuk. Şaşırıyordum ve yerden göğe kadar haklıydım.
İlk gördüğüm, aramalara kapalı aranmalara açık bir telefondu. Bu telefon buraya geleli bin kaç bin kir yılı geçmiş olmalıydı. Yoksa bir ahize nasıl kirlenirdi bu yoğunlukta.
“Eline sağlık. Sildin demek. Çok orijinal hatta çok çok orijinal bir adamsın. Beyefendi, bu ortamın dışından birisin”, diyordum da utancından kıpkırmızı oluyordu. “Ne yapalım akşama. Şöyle güzel bir tavuk yanında da bir bira iyi olur değil mi? “Daha öğleyi yeni yedik” derdim. “Olsun” derdi. “Peki…” “Telefon mu? Bana hep böyle yaz. Aldım aldım… Selam söyle.” Söylese ki ne olacak? Selam söyle demek kadar lüzumsuz, kendine iyi bak demek kadar manasız tekerlemeleri tekrarladıktan sonra kapanıyor telefon. Telefon mu? Ne mümkün… Kapanan bendim… Kapanmış ama kapaklanmamıştım.
Hüzünlüydüm… Ne dünya benim etrafımda ne ben dünyanın etrafında dönüyordum. Güneşin altında (takriben yani; zira güneşi gördüğü yoktu buraların) debelenip duruyordum… Şimdi kaç ırmağa yolcu, kaç deryaya hasret bakakalıyordum? Debim düşmüş, kararsız bir dengede dengeliyordum kendimi.
Ortalama bir yol hikayem vardı. İnanmayacaksınız biliyorum. Evvelinden dediğim gibi bir gece vakti inmiştim yol kenarına ve gelene kadar da Hendrix dinlemiştim. Temiz bir yüzüm vardı… Hatta bazen salaklığa kadar varabiliyordu bu temizlik. Biliyorum bana inanmakla inanmamak arasında salınıp duruyorsunuz. Ben size ipucu vermeyeceğim, memuriyetinizi görün lütfen… Öyleyse şurayı imzalayın lütfen. İmzalıyorum. Bütün kimliklerimi bırakıyorum masaya ve masa tınmıyor. Yahu masa ne demek bana ne! Senin üstünde tamı tamına 23 yılım duruyor diyorum ve usturuplu bir “s.karım lan geçmişine” yiyorum. Bir tek kimlik kalıyor geride. Çok özet, çok basit bir kimlik: 25418
Saatim belli yatıyor, saatim belli kalkıyor ve saatim belli yemek yiyordum. Ama kolumda saatim yoktu. Hem ben saatin kaç olduğuna aldıracak titizlikten uzak, uzak bir coğrafyada gün deviriyordum. Sahi, saat kaç sizin orada?
VII
Hiç hatırlamıyorum… Nasıl bakmıştım, nereye bakmıştım, neye dikkat etmiştim… Sabahın körü alacakaranlıktı. Soğukça bir hava, kahverengi binalar, temiz olup olmadığına dikkat etmediğim sokaklar. Adresi soracaktım ama rüzgar gibi geçti yanımdan. Gözleri kan çanağı, suratı çenesindeydi. Sorgu yerimi arıyordum. Sorgu yeri aranır mıydı? Sorgu yerinden kaçılırdı. Kaçmıyordum ve hızla sorgu adresime akıyordum. Şimdi dönüp bakıyorum da o günlere… Baktığımla kalıyorum. Bu alan mıydı vardığım, bu sokak mıydı yürüdüğüm, bu kabine miydi telefon ettiğim? Hiç sanmam. Kaç bin türlü yüzü vardı bir şehrin? Sahi hatırımızda kalacak suratları var mıydı fahişelerin? Şehir dediğin fahişeden başka neydi ki?…
Semt olarak Yenimahalle’de… Ama tam adresini bilmiyorum… Suratsız, soğuk ve uğursuz bir bina… Ama biliyorum bu, adres olarak zarfa yazılmaz… İsterseniz tarif edebilirim! Hem biz, bizim orada en çok bu yöntemi kullanırız. Kaldı ki adres dediğin kıçı toprağı görenlerin marifeti. Atalarımdan bana kalan mirasın arasında bu tür bir oturaklık bulunmuyor. Hal böyle olunca size Ankara emniyet binasının tam adresini vermem atalarıma ihanet olur. Veremiyorum zaten…
VIII
Diyeceğim şu… Yaşantımın türevini alsam, bir doğru mu yoksa bir eğri mi çıksın isterdim?
Hasan Sever
Zürih, Kasım 2003