“Stairway to Heaven”

Her sabah yanından geçip mesaiye gittiğim Zürih-Stauffacher’daki St. Jakob kilisesi, yaklaşık iki yıldır renove ediliyor. Duruma bakılırsa renovasyon çalışmalarının sonuna gelinmiş görünüyor. Ortaya çıkan duvar güzelliğine, her yanında geçişimde durup bakıyorum. Gerçekten büyük bir nezaket ve ustalıkla renove edildi.

Mimari teknikleri bilmesem de göz zevkimin bana söylediği, kilisenin en az elli yıl gençleştiği şeklinde. Lakin yazıya vesile olan, kilisenin çevre düzenlemesi sırasında ortaya çıkan ve hala ne anlama geldiğini bir türlü çıkaramadığım(ız) ucu açık merdiven orada durup duruyor. Önceleri, bir bağlantının parçası sanmıştım ama çalışmalar sadeleşip yapı ortaya çıktığında gördüm ki merdivenin herhangi bir yere bağlanma durumu yok; gerçekten, Stairway to Heaven. 

Stairway to Heaven’ın hikayesi ise beni Led Zepelin’e götürüyor. Page/Plant kabilesinin, üniversite yıllarımdan beri bir ferdi olduğumu ve bu tabiyetin sırrını hala çözemediğimi itiraf etmeliyim. Led Zeppelin benim bilebildiğim rock gruplarının içinde en “erkek” olanı. Ama bu, öyle yenir yutulur cinsten değil; “the soul of a woman was created below” diyecek kadar “zıvanasından” çıkmış bir maçoluktur. En büyük hassasiyetlerimden biri olan “Kadın”a bu derece “pervasız” saldıran bir grupla ne işim olabilir? Muamma… Öte yandan biliyorum ki gitar çalabilseydim Page olmak isterdim (ve gizliden yazıyorum Dazed & Confused büyük parçadır). Yine de dünya işlerine bu denli dalmanın eziyetinden azad olur muydum bilemem ama o işlere gömülsem de ruhu gitarında bir rocker olarak gömülürdüm; ne tasa. Neylersin; hepsi olmuyor… Stairway diyordum; kilisenin, ucu göğe bağlanmış merdiveninden Led Zeppelin’e varan yolum, Led Zeppelin gibi bir grubun böylesine “ortalama” bir albümü niye yaptığı sorusuna gelip dayanıyor. Ne diyeyim: “düşmez kalkmaz bir şehir”

St. Jakob kilisesi, Zürih şehrinin hemen hemen ortasına düşen ve adı turist rehberlerinde aman aman geçmeyen, ortalama bir mahalle kilisesi gibidir. Ama bu cümleme kanıp bizdeki mahalle camileriyle karşılaştırma yapmayın; hiçbir ortaklığı yoktur. Bizim ne şehirlerimizin ne de mahalle camilerinin Avrupa’nın ortalamasıyla kıyası mümkündür. Avrupa’da şehir demek tarih demektir, bina demektir ve hatta kaldırım demektir; kaldı ki şehirlerin ortak atmosferi de cabası. Yani Prag’ı gördüyseniz Bern’i; Freiburg’u gördüyseniz Linz’i tasavvur edebilirsiniz ama yine de detaylarda ayrıldıklarını unutmayın; tıpkı bir dünya edebiyat klasiğinin diğerinden ayrıntılarda ayrıldığı gibi.  

Limmat şehri de bunlardan biridir. Zürih, tepesinde güneş varken diyojen, başı bulutluyken nemrut olan en kadınından bir kenttir. Ve tabii, güneş tepede bir de mevsim ilkbahar veya yaz ise işte o zaman anlatılamaz bir güzellik dolar şehrin sokaklarına. Biçilmiş çim kokusu mu, çiğ yemiş ağaç yapraklarının etrafa saldığı serinlik hissi mi yoksa şehrin neredeyse merkezine kadar göl havası mı dersiniz, ne arasanız vardır. Bu, kaldı ki sadece Zürich’e özgü bir durum da değildir, İsviçre’nin bütün irili ufaklı kentleri hemen hemen böyledir. Zürih’in onlardan farkı büyük olmasıdır. Hep düşünürüm, acaba İstanbul’a muhabbet duymayarak Zürih gibi bir şehri mi kaçırıyorum diye; üstelik Ankara’ya duyduğum özlem eğer Bern gibi bir kente hasret kalmaksa vay başıma…

Zürih’te ve hatta çoğunu görme fırsatı bulduğum Avrupa’nın ela avuca gelir kentlerinde, bizdeki mahalle arası uyduruk camiler gibi bir kiliseye rastlamanız mümkün değildir. Ve hatta, şimdi geldi aklıma, demincek yapılmış bir kiliseye rastlamanız da mümkün değildir. Kiliselerin en yenisi an az yüz yaşındadır ve tartışmasız çok bakımlıdırlar. Bu, başka bir yazının mecrasıdır, girişten dönüyorum…

Bu yazının şansına gelince… Neye evrileceği belli olmayan İnternet dünyasında dolaşan birileri, belki de yüzyıl sonra, bu yazıya bir köşede rast geldiğinde ve akabinde yolu Zürih şehrine düştüğünde, yazdıklarımın aynen olmasa da çoğununun yerli yerinde olduğunu görecektir; işte bu, bir batılı yazarın asla farkında olmadığı yazı masası konforudur. Bizse, durmadan şekil değiştiren şehirlerimizde sağlıklı bir kareyi kadrajlamanın derdindeyiz, biraz da budur, hüzün kokan yazılarımız esbabı mucibesi…

Hasan Sever

Zürih, 24 Haziran 2010