Yıldız mı? Tanımlanamayan Yürüyen Cisim mi?

Michael Jackson

Takdim

Merak ediyorum, acaba hangi cümleyle işe başlamıştır? Derimin rengini sevmiyorum ya da derim biraz daha açık renkli olsun mu demiştir? Ya da, kestirmeden, ben beyaz adamdan da beyaz olmak istiyorum mu demiştir? Doğrusu, aklımı ve fantezi dünyamı zorlamama rağmen o anları, ilk sahneyi yani, bir türlü kuramıyorum beynimde.

Bir insan nasıl bu kadar kendinden nefret eder? Bir insan nasıl genleriyle bu kadar kavgalı olur? Bir insan nasıl bu kadar kompleksi bir bünyede taşır? Anlayamıyorum. Ya o doktorlara ne demeli? Hipokrat yemini etmiş, insana eziyet çektirmeyeceğine dair ant etmiş insanlar neden bir şey demediler? Ya aileden… Annesi mesele “Evladım bizim tenimizin bir günahı yok” demedi mi hiç? Ya dostları, dostu var mıydı ki acaba? Yapımcıları, tekelleri ve o “hayran” kitlesini hiç yazmıyorum. Dünyanın gözü önünde bir insan bütün maddi olanaklarına rağmen acı çekti, ve yine acı çekti, kimsesiz ve mutsuz öldü. Şimdi bütün televizyon kanallarında belgeseller dönüyor onun hakkında. O bir sıtar ve daha ziyade Tanımlanamayan Yürüyen Cisim olarak tanımlanmadan çekip gitti. Gittiği yerde bir tasnif var mıdır bilemem. Ama kuvvetle muhtemeldir ki ne geldiği ne de terk ettiği yeri bilebildi. 

Perde…

Sahne

Elvis Presley ile yükselmeye başlayan Rock’n Roll, 68 cephesine çarpınca planda olmadığı halde yağmur oldu ve daha ziyade Rock olarak yağmaya başladı. Özellikle 70’li yıllara damgasını vuran kimi efsane gruplar işte bu çarpışmanın ürünüdürler. Köken itibariyle ele alındığında Elvis, tuzu kuru bir zengin çocuğu profili sergiliyor, dünyaya dair meselelere hiç bulaşmıyordu. Müziğin eğlence kısmını oluşturan bir cephede, daha ziyade geniş ve genç kitlelerin hayranlığına mazhar oluyordu. ABD’li müzik yapımcıları, ki onlar aslında müzik sektörünün her şeyidirler, Elvis ile madeni bulduklarını düşünürken dönen havanın şaşkınlığını ve çaresizliğini epey bir süre yaşamak zorunda kaldılar. 

Bir radyo eğlencesiyle başlayan macera evvela Beatles adlı bir İngiliz grubunu, o da yetmedi o grubun beyni olan John Winston Lennon’ı ortaya çıkardığında kantarın topuzu bir hayli kaçmış bulunuyordu. Lennon’ın özellikle Vietnam savaşına karşı yürüttüğü politik kampanya hem savaş tüccarlarını hem de o tüccarların hükümet halleri olan siyasetçileri derinden sarstı. Zaten çok sürmedi Lennon, ABD’ye özgü bir öldürme tarzıyla bir suikasta kurban edildi. Beatles’ın açtığı yolda ya da o kulvarda diyelim, Pink Floyd, Rolling Stong, Deep Purpel ve Led Zeppelin sahne aldığında artık 80’li yıllara gelinmişti.

68 Dalgasının hız kestiği ve son dalgaların hüzünlü bir şekilde kapitalizmin kıyılarında köpük olup bittiği bir dönemde, bir önceki dönemin müzik çeşitliliğine ve derinliğine tezat bir müzik türü piyasalara pompalanmaya başlandı. Gruplar dağılmış, müzisyenler enstrümanlarını kılıflarına sokmuş, politik söylem ve yönelimler bozkıra savrulmuş bir toz hortumu misali doğrultusuz kalmışken sahneye çıkan müziğin adı Pop olarak lanse edildi. Pop dendiğine aldanmamak lazım, aslında Elvis’in bıraktığı yerden devam edilmeye başlanmıştı. Aradan geçen yıllar kimileri için kabus, kimileri içinse bir rüyaydı. Nerede dinlediğinize göre değişen bir şarkı. Tıpkı yaşam gibi.

Yeni dönemin Elvis’i, maaile müzik yapan Jackson’ların küçük Michael’ıydı… Küçük Michael ilk sahnesinde kara derili, sevimli ve 11 yaşında bir oğlancıktı. Sonra büyüdü ve aileden ayrıldı. İlk solo çalışmasını 1979 yılında piyasaya sürdü ama şöhret 1982 yılının sonunda piyasaya çıkardığı Thriller albümüyle geldi. Ve hikaye akmaya başladı… İroniktir, Michael’ın meşhurluk ötesine denk gelen dönemde piyasa çıkardığı Bad albümü ve aynı isimli parçası, manadan uzak, bir “kötüyüm, kötüsün, kötü” fiil çekiminden başka hiçbir şeydi ama piyasaların kalitesizliğine ve (yaratılmak istenen) kitlelilerin sığlığına çok yakışıyordu. Mucize başarılmıştı!

Bir hikayeden imkansızları çıkarırsanız geriye gerçekler yani hayatın kendisi kalır. Ve aslında bir hikayede imkansız(lar) yoktur. Yaşama dair olan her şeyin bir sebebi ve elbette ki bir planlayıcısı vardır. Kavşak burasıdır işte… Metafizik ile materyalizm burada ayrışır. Kara derili Michael bunu bildi mi bilemem ama hikayesi tamamen dünyaya dairdi ve mucize kabilinde hiçbir şey ortada görünmüyordu. Oynatıldı, oynadı ve sahneden alındı. Neo-Libaralizmin Fridman ile sahne aldığı kapitalist dünyanın, onların deyimiyle, starı, Michael olmuştu. Bunun Michael olması elbette ki bir plan dahilinde olmuştu ama söylendiği gibi meselenin Michael’ın kabiliyetiyle en ufak bir ilintisi yoktu. Kaldı ki planın kendisi kabiliyet düşmanlığı üzerine bina edilmişti.

Bir şeye açıklık getireyim. 70’li yılların politik mesajlı Rock grupları her ne kadar alternatif bir duruş sergiliyorlardıysa da tamamen bir sistem karşıtlığı içindeydiler denemez. Pop kadar olmasa da yapımcıların elinde bir meta olarak kullanılmaktan kendilerini kurtaramıyorlardı. Zaten, çoğunun diyelim, bu yönlü ahım şahım bir duruşu da olmamıştır. Yine de Rock grupları ve müzisyenleri kendi başlarına birer ürün ve müzik endüstrisinin birer kalemiydiler. Bu halleriyle bile bir kişilik ve duruşa sahiptiler. Pop müziğinde ise müzik ve müzisyen(!) pazarlamanın bir parçasıdır. Yani o, kendi başına bir ürün dahi değil, pazarlanacak olan ürünün promosyonu durumundadır. 

Michael ile başlayan “geçmişten öç alma, geleceği heba etme” hareketi, kapitalizmin “non stop tüketim” sloganıyla paralel günümüze kadar gelmiş bulunuyor. Bu vesileyle hikayenin günümüzdeki tezahürüne de dokunmuş olayım. Bir insanın dinlediği müzik beyin kıvrımlarının çokluğuyla paraleldir. Ruhsal bir derinlik istiyorsanız beyninizi çok sesli müziğe yatırmak zorundasınız. Bu da çok değil 20’li yaşlarda gelişimini/gelişmemişliğini tamamlar. Bu yüzdendir ki kırkından sonra müzik dinleyicisi olunmaz. 70’li yılların kalabalık gruplarından sahneden taşan müzik, her ne kadar yüksek voltajlı bir gitar sesi olarak kulağa çalınsa da, içinde piyanodan, kemana; flütten davula kadar bir çeşitlilik barındırıyordu. Ve bu gruplar müziklerinin mecrasına uygun en nihayetinde orkestralarla birleşme konserlerine kadar vardırdılar işi. Bu çokluk Michael furyasıyla birlikte tekliğe ve o teklik de günümüzün metalik sesli Tekno’suna kadar evrildi. Daha ne kadar budanır bilemem. Ama elde çok fazla nota kalmadığını söyleyebilirim. Bu tek seslilik sadece üretildiği(!) iddia edilen müzik ile sınırlı kalmadı, şarkıcıların (star diyorlar onlara) isimlerine de yansıdı. Bu yüzdendir ki Michael’ın yerel mümessilleri genelde tek kelimelik isimlerden ibarettirler.

Son Perde

Michael, Elvis’in izinde yürüme işini o kadar içselleştirdi ki teninden, şeklinden ve en nihayetinde sağlığından oldu. Elvis de buna benzer bir hikaye anlatmıştı. Bir şansla tabi… Çünkü o beyazdı. Onun sıkıntısı renginde değil kilolarında ve ilaç bağımlılığındaydı ama özde ikisi de aynı boşluğu ve hiçliği yaşadılar. Neverland’lerde birer Nobody olarak tamamladılar ömürlerini. Arkalarından ağlayan gençleri gördükçe içim parçalanıyor, Michael’a methiye düzen ve “gençliğimizi de aldı gitti diyenlerin” gençliğinden ise esaslı bir şekilde şüphe ediyorum… Ve gerçekten anlamakta zorluk çekiyorum… Her şeyiyle kavgalı ve şehri vücuduyla dahi sulh içinde olamayan birinin sahnesi nasıl izlenir. Sahne dediğimiz, ki bir sirk değilse, genellikle insanların işgal ettiği bir yerdir, insanlar sahnede acaba neyi gördüklerini düşünüyorlardı?

 Işık…

Hasan Sever

Zürih, 1-3 Temmuz 2009