Anadolu’nun, haritadan ve devletten uzak bir Alevi köyünde dünyaya gelirseniz, tanrıdan azat büyürsünüz. Bu, sahip olup olabileceğiniz tek ve en büyük mükafattır. Ortaokul iki öğrencisi olarak, 12 Eylül’ün dört adım ötesinde ve Ankara Sıhhiye’de bu soruyu sormanız büyük bir düşünür olacağınıza delaletten çok, sistemin firesi olduğunuza işarettir.
Dersimiz boştu. Ankara Atatürk Lisesi’nin Strazburg Caddesi’ne bakan blokunun ikinci katındaki sınıfımızda envai toz uçuşuyordu. Birden kapı açıldı ve o girdi içeriye. İçeriye giren, diğerlerinin değil ama biz yatılı öğrencilerin yakından tanıdığı biriydi. O, biz yatılılardan sorumlu, her eğitim yılı açılışında, kelimesi kelimesine aynı konuşmayı yapan, branşı fizik olduğu halde dini bütünlüğüyle tanınan müdür muavinimizdi. Demek o gün kat görevlisiydi. Söz nereden açıldı hatırlamıyorum. Bir ara kendimizi Kepler’in dünyasında bulmuştuk. Bir fizikçi için bunda şaşılacak ne var diyebilirsiniz ama mevzu fiziği paravan kullanacaktı; biliyorduk.
“Kepler” diye söze başlamıştı. “ Kepler, bir gün, her gün yaptığı gibi teleskobuyla gökyüzünü izliyor, bir yandan da karısının kendisi için hazırladığı salatayı yiyormuş. Salata o kadar lezzetliymiş ki, Kepler, karısından aynı salatadan bir kez daha yapmasını istemiş. Karısı ‘aynısını nasıl yapabilirim, ya tuzu ya yağı farklı olur’ deyince, Kepler, ‘Görüyorsun ya, her gün gökyüzünü izliyor ve onun büyük bir ahenk içinde devindiğine şahit oluyorum. Biz insanlar yaptığımız bir salatanın dahi aynısını tekrarlayamazken, o, her gün koca evreni aynı ahenk içinde tutuyor. İşte bu, tanrının gücü ve onun varlığının ispatıdır.’” yollu bir sonuca bağlayınca el kaldırdım ve söz istedim. “Evet”, dedi. “Hocam” dedim, bütün saflığım ve içtenliğimle “Bir bilim adamı nasıl olur da tanrıya inanır?” Bütün inanmışlığı ve saflığıyla, “Bir bilim adamı nasıl olur da tanrıya inanmaz!” demiş, kıssadan hisseye nokta koymuştu. Yıllar sonra o tartışmayı yeniden ve bu sefer, peygamber yaşına merdiven dayamışlığımın “kiriyle” açmak istiyorum.
Anadolu’nun, haritadan ve devletten uzak bir Alevi köyünde dünyaya gelirseniz, tanrıdan azat büyürsünüz. Bu, sahip olup olabileceğiniz tek ve en büyük mükafattır. Ortaokul iki öğrencisi olarak, 12 Eylül’ün dört adım ötesinde ve Ankara Sıhhiye’de bu soruyu sormanız büyük bir düşünür olacağınıza delaletten çok, sistemin firesi olduğunuza işarettir. Sistemin firesi olan ben, sorduğum sorunun hala saflığından yanayım. Kepler’in böyle bir konuşma yapıp yapmadığını bilmiyorum ve bunu pek de önemsemiyorum. Bir bilim insanının tanrıya inanmasını “artık” anlayabiliyor ama bilim yapmasının tanrıyla çelişik olduğunda “hala” ısrar ediyorum. Kepler, elindeki teleskopla gökyüzünü gözlemlerken pek tabidir ki bugünün bilgisine sahip değildi. Hoş, bugünün bilgisine sahip olup tanrıya inanması da şaşırtıcı olmazdı, ki buna dair bir sürü örnek mevcut zaten. Çıplak gözle de bakıldığında derin bir huşu içinde olduğu izlenimi veren evren, biliyoruz ki aslında büyük bir kaosun tam da ortasında devinip duruyor…
Stephen Hawking, Zamanın Kısa Tarihi kitabında “Tanrının evreni başka türlü yaratma şansı var mıydı?” diye sorarken aslında hem kaosa hem kaosun düzenliliğine hem de utangaç bir şekilde “tanrı yoktur”a bir gönderme yapıyor. Ortalama zekaya sahip herkes bilir ki tanrının varlığı, onun gücünün sorgulanmasını kaldıramaz. Eğer evrenin oluşumu, kendini tanrıya dayatıyorsa bu, tanrının üstünde bir güce işaret etmek olur. Bugünün bilgisi ve beyniyle algılamakta, pek de şaşırtıcı sayılmayacak bir şekilde, zorlandığımız varlığımızın evrimi, sır olarak beyinlerimize işlendiğinde tanrı kapısını açık tutuyoruz demektir. Bir bilim insanı tanrıya inanabilir çünkü o da diğer insanlar gibi insan beyninin “dünüyle” maluldür. Bu şu demektir: Bir birey bilim yapmadan evvel öncelikle bilim felsefesini kavramak zorundadır. Başka bir yazımla, yaptığı işi bilince çıkarmak zorundadır.
Genellikle espri konusudur ve yerinde kullanıldığında her zaman mizahidir. Saç baş dağınık biri (ki genellikle bu bir erkektir; bilim de diğer bütün alanlar gibi erkeğe tahsis edilmiştir ve “bilim adam”lığından “bilim insanı”na terfimiz bile şunun şurasında üç-beş yıl önceye dayanır) icadının karşısında “Aman tanrım, bir canavar yarattım” der. İcadının ne işe yarayacağını bilemeyen bilim insanlarının sayısı az değildir. (Akıllı(!) füzelerin birer muhteşem fizik-matematik bileşimi olduğunu ve en nihayetinde insan öldürmeye yaradığını ve bunu üreten çocukların zekadan yana sıkıntı içinde olmadığını bilmek zorundayız.) Esprinin kendisinde de var zaten “Aman tanrım” der, şaşkın mucit. Yaptığı şey yaratmak olan biri, döner başka bir yaratıcıya sığınır ki trajiktir. Tanrı mı, onu tanımayanların trajik toplamından başka nedir ki? Oysa ki, hiçbir yaratıcı alt kümelerinde başka yaratıcıların var olmasına müsaade etmez.
Eski bir göl tavanı olan (ve günümüzde yer yer çölleşmeye başlayan) Konya Ovası’na bakıp, işte cennet (bereket) demek ne kadar komikse, büyük bir olasılıkla, Büyük Çarpışma sonucunda dünyadan kopan Ay’a bakıp, işte düzen diye tanrının varlığına gönderme yapmak da bir o kadar komiktir. Bu komedi bilim insanıyla trajediye ve nihayetinde siyasetle kabusa dönüşür. Ve yeryüzünde her şey önünde sonunda siyasete dönüşür. Bu, enerjinin korunum yasasının başka türlü bir tezahürüdür.
Babımızın meramı da budur zaten. Eğer insanların tanrıya inanmaları siyasete dönüşmeyecek olsaydı varsın inanılsındı, ne keder! Bilim insanı üzerinden bir kez daha tahtını pekiştiren tanrı, yaşamlarımıza “bilimsel” yaftasıyla yapıştırıldığında daha bir dokunulmaz ve erişilmez oluyor. Bundan ötürüdür ki “tanrıya sevdalı” bütün ideolojiler, yayın organlarında “bilimsel” görünürler. Evrenin oluşumu, matematiksel denklemler, kimyasal tepkimeler büyük bir maharetle yazıya, görsele aktarılır. Aslında yapılan gerçeklere “perde-i zulmet” çekmekten başka hiçbir şeydir. Her ortaya çıkanda, ortaya çıktıktan sonra ama, tanrıyı yorumlamak bir zavallılık değilse bile muhteşem bir tembelliktir. Bu tembelliğin, insanlar üzerindeki etkisi afyondan da ötedir çünkü içinde iktidarın mayasını ihtiva eder.
Sorumu güncelliyor ve o günün bilgisiyle “bilim adamı”nı abarttığımı kabul ediyorum. Şimdiki sorum şu: Nasıl oluyor da bilim yapmakla tanrıya inanmak aynı bünyede yan yana olabiliyor? Sıra, tanrıya geldiğinde bilim insanı sorularını karnında mı saklıyor? Yoksa ona soracak herhangi bir sorusu bulunmuyor mu? Her durumda çelişik bir vaziyet var ortada. Bilimin ideolojiden bağımsız olmadığını bildiğim halde soruyorum bu soruları. Eğer ortaya tanımsız bir bilim ve bilim insanı çıkıyorsa bu muhakkak geçmişten gelen bir sakatlığa işaret eder. Bu neyin sakatlığıdır? Belki de soru budur.
Geçmişinde uyuşturucu kullanmış birine bir gün “eroin nasıl bir şey?” diye sormuştum. Bana verdiği yanıt çok sadeydi: “Tanışmamak lazım.” Bir takım şeylerle beynin tanışmaması gerekiyor. Ve bunun için insanların, devlete uzaklığına hiçbir lafım yok ve hatta gerekli, “haritadan” uzak büyümesi gerekmiyor. Var olan toplumsal kodlarla büyüyen birinin, uğraşı ne olursa olsun, birden bire ve bütün sadeliğiyle o kodlardan arınması mümkün görünmüyor ve böyle bir beklenti içine girmek “kul” sakatlığı gerektirir. İnsanlar, bilinç dünyalarının emrettiği işlere yönelirken, aynı zamanda geçmişlerinden kaynaklı başka düzlemlerin sakatlıklarını da beraberlerinde taşıyorlar. Çözüm mü? Yine insanın kendisinde. Tanrılar yaratan insan onları yok etmeyi de bilmek zorundadır. Duru bir beyin için bu şart gözüküyor. Ve bunun için, var olan toplumsal kodların deşifre edilmesi ve yeniden oluşturulması gerekiyor. Belki de…
Hasan Sever
Zürih, 2 Mart 2010