Sürgün demek dil demektir. Bunu en yakıcı hissedenlerden biri olarak bu sözü her hücremde hissettiğimi bu vesileyle yazmak isterim. Sürgün nihayetinde bir noktadan bir başka noktaya zorla aktarılmaktır. Ama insan yaşamı, bu fiziksel tanımlamanın soğukluğuna ve darlığına mahkum edilemeyecek raddede bir muhteşemlik içerdiğinden, sürgün için en son mesele fiziksel yer değiştirme olsa gerek; zira sürgün edilecek kerteye varmış bir bedenin, dünyanın herhangi bir parçasını bir diğer parçasına üstün tutması beklenemez.
Öyleyse memleket denen, vatan diye adlandırılan veya ülke ismiyle tanımlanan bir dünya parçasına daha çok vurgun oluşumuzun hikmeti sebebi nedir? Nedir “güzeller çoktur ama gönül birini sever”in esbabı mucibesi…
Yazıya soğuk bir başlık verdiğimi biliyorum. Bu başlığın hem o güzel insanlara, hem o güzel insanların mezarlarına çiçek getiren veya o iki güzel insanımız için bir sokak müzisyenine şarap parası verenlere bir haksızlık olduğunu biliyorum ama yine de mezarlarımız olduğunu ve o mezarlarda güzel insanlarımızın yattığını bilmek ve hiç unutmamak zorundayız…
Paris’in Pere Lachaise mezarlığında yatan Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya kabuk bağlamamış iki yara gibi hala kanıyorlar orada. Orada, güllerin ve çiçekleri arasında taptaze ve mağrur duruyorlar birbirini görmeden. Yerleşmiş, toprağından emin, nice insanın arasında, Yılmaz’ın sade, Ahmet’in beyaz tenli mezarı durup duruyor orada. Belki de, değil, tam da bizi anlatıyorlar. Dil demek ülke demektir. En çok dilini kullananlar en çok sürgün olanlar oluyorlar oysa. Nazım Moskova’da, Yılmaz ve Ahmet Paris’te yatıyorlar ve memleketimin televizyon ekranlarında ve gazete sütunlarında arzı endam edenler durmadan ve hiç sıkılmadan çirkin ve yanlış bir lisan kullanıyorlar. Bir dil, bir birikim, bir kültür nasıl ve niye bu kadar hoyrat kullanılır; bir köy, bir kent ve bir ülke nasıl bu kadar kötü yönetilir diyorsanız gidin Paris Pere Lachaise mezarlığını ziyaret edin. Balzak nasıl bir asude dinlenmedeyse ve nasıl diline, kültürüne ve ruhuna yaşam verdiği ülkenin, kentin bağrında derin bir huşu içinde yatıyorsa, bir o kadar tedirgin, bir o kadar da yabancı ve emanet duruyor iki güzel insanımız orada. Ve onlar, o güzel insanlar, değil ülkelerinde yaşamak, ülkelerinde sonsuzluk dinlencesine dahi çekilemiyorlarsa dizilecek harf, kurulacak cümle ve yazılacak kitap kalmamış demektir. Ama bizimki bir çocuk inadı, bir kadın güzelliği ve insan sıcaklığıdır…
Yılmaz Güney’in «Umut» filmini andım mezarının başında. Ne diyordu bir sahnesinde Hasan (Tuncel Kurtiz) “Bre Cabbar gardaş, bu toprakların altı safi altın cevher dolu.” O toprakların altını bilemem Sevgili Yılmaz, ama üstündeki altın cevherine kıymet verilmediğini biliyorum. Yine aynı filmde Cabbar (Yılmaz Güney) “Eyice baktın mı? Amorti de yok mu?” diyordu. Amortisi yoktur devrimin. Devrim ya bir rakı yudumu tadında ülken, ya da dilinde pas olmuş sürgün demekmiş. Bizim payımıza Sevgili Yılmaz, paslı dillerimizle sürgün düşmüş. Nedir sebebi? Biz mi? Biz tabi… Sana gelince Sevgili Ahmet… Sürgüne geldiğin yıllarda yazamamıştım ama tarihe notum olsun: Ne işin vardı aslının dahi pula değmediği gazeteciliğin magazinini yapanların arasında. Bayrak dediğin Sevgili Ahmet, ne olduğuyla değil nereye dikildiğiyle kıymete biner. öpüyorum ve Paris Komün’üne emanet ediyorum sizleri.
Hasan Sever
Zürih 12 Nisan 2009