“17 Eylül 2021 Cuma günü “Literaturhaus Zürich” tarafından İsviçre’nin Zürih kentinde organize edilen ve konuşmacı olarak davetli olduğum “İsviçre’de Beşinci Dilde Edebiyat” adlı sempozyumda yazarlık serüvenimi ve “başka bir dilde” yazmaya dair deneyimlerimi paylaştığım sunumumun tam metni.
Zürih’e geldiğimde 23 yaşındaydım. Aslında cümleyi şöyle kurmalıyım: Kendimi Zürih denen şehre attığımda 23 yaşındaydım. Sürgündüm. Güne, yarına ve ötesine dair hiçbir fikrim, planım ve hazırlığım yoktu. Fakat hayat boşluk tanımaz, her yerde ve her şart altında bir şekilde devam eder. Bende de öyle olmuştu. Zürih’in havasına suyuna yavaş yavaş alışmaya başlamıştım. O günlere dair zihnimde siyah beyaz bir fotoğraf gibi en net duran yer hangi Gasse’ye ait olduğunu bilmediğim Niederdorf’a ait bir yerdir. Yıllar Sonra Su Duydum romanımdaki Feride ve Ferdi karakterlerimi tam da o fotoğrafın içinde yürüttüm: Hirschenplatz.
Tabii o zamanlar yazmak, yazarlık çok uzağımdaydı. Ortaokula başladığım yıl ağabeyimin de teşvikiyle günlük kompozisyonlar yazardım ve yazardım. Yıllar sonra dönüp o günlere baktığımda yazarlık virüsünün bünyeme o kompozisyonlarla girdiğini fark ediyorum. Çok uzun bir süre bedenimde dinlenen yazma dürtüsü Zürih’te ilkin şiir olarak geri dönmüştü. Şimdi, zaman zaman o şiirleri okuduğumda kendimde biraz da olsa Stendhal’ın Julien Sorel’ini görmüyor değilim. Lakin çok uzatmadım. Almanca öğrenimi, üniversitede iktisat eğitimi her türlü yazar-şairliğe baskın çıkmıştı. Bir ara iktisatçı olacağımı düşünüyordum. Yanılmışım.
Kendimi yazma serüvenin içinde bulduğumda işin buraya kadar uzayacağını kesinlikle tahmin etmemiştim. Yazmaya dönmem daha ziyade “öylesine” olmuştu. Fakat sonra iş benim kontrolümden de çıktı. Günde iki, hatta üç yazı yazdığım zamanlar oluyordu. Yoluma ne çıkarsa yazıyordum: Eleştiri, yorum, spor, siyasi makale, haber hatta hatta yemek tarifi… Bir yaranın cerahatinden kurtulma süreciymiş; sonradan anladım.
İlk romanım “Birazcık Halil”i yazmaya başladığımda Zürih’ten Basel’e giden bir trenin içindeydim ve kısa bir hikaye şeklinde düşündüğüm Halil’i neden uzun yazmayayım dediğimi hatırlıyorum. Takriben Baden’ı geçmiş, Baden-Brugg arası bir yerdeydim. Sonra iki yıl süren bir kurmacanın içinde buldum kendimi. Mevsimleri, ayları hatta günleri karıştırdığım oldu. Kurmacanın zamanından gerçek hayattaki zamana geçme zorluklar yaşadığım oldu fakat hepsi esrik bir düşün koynunda gibiydi. Şikayetçi değildim. Yazmak, yaratmak, yazarak yarattığının hikaye tuttuğunu, hayata tutunduğunu görmek oldukça heyecan vericiydi.
Ve bütün bunlar etrafımda Almanca’nın hüküm sürdüğü bir dünyada Türkçe oluyordu. Bazen düşünmüyor değildim; uzak bir dilin kanatlarında Orta Avrupa steplerinde yolculuk yapan bir nomaddım. Der ya hani Brecht, “Sürgün demek dil demektir.” O hesap üzre İsviçre’de beşinci bir dilde yayın yapan dinleyicisiz, bir kısa dalga radyo istasyonuydum. Fakat çocukluğumdan beri sevmişimdir radyoları. Radyo dalgasının kendini sonsuz boşluğa salıp, nerede nasıl bir kulağa denk geleceğini bilmeden dağ tepe aşması bana hep ilham verici gelmiştir.
Yazmak nihayetinde önce yazarın kendisi içindir. Yazılanı başkasıyla paylaşmak, onu bir formata getirip basmak çok sonranın işidir. Tam da böyle oldu. İlk romanım “Birazcık Halil”i bitirdikten sonra, kendime şaşkınlıkla şu soruyu sordum: “Sahi ne yapacağım ben bunu şimdi?” Evet ne yapacaktım? İsviçre’de, Türkçe bir roman yazmıştım ve bunun sokakta, işyerimde, kitapçılarda ve yayınevlerinde hiçbir karşılığı yoktu. Çok uzaktaki bir okura, çok uzaktaki bir insana yazmıştım. Tıpkı demin bahsettiğim kısa dalga radyo istasyonu gibi…
Dil bana göre insanlığın en büyük icadıdır ve hangi dil olursa olsun o insanlığın ortak ürünüdür. İngilizce nasıl ki sadece İngilizlere ait değilse şu anda kimsenin konuşmadığı Hititçe, Akadça da Hititlere, Akadlara ait değildi. Dil iki kişi arasında konuşuluyor olsa da mutlak insanlığın ortak ürünüydü. Fakat bütün bunlar beşinci dilde yazdığım romanımın İsviçre’de okur karşısına çıkmasına yetmiyordu. Dolayısıyla “Birazcık Halil” ve peşinden ikinci romanım “Su Duydum” önce İstanbul’a Türkiye’ye gittiler. Oradan bana geri döndüler.
Tıpkı “Birazcık Halil”i yazdıktan sonra kendime şaşkınlıka bunu ne yapacağım dediğim gibi “Birazcık Halil” ve “Su Duydum”un yayınlanmasının üzerinden bir kaç yıl geçtikten sonra aynı soruyu yine kendime sormak durumunda kaldım. Bu seferki şaşkınlık Almanca ile ilgiliydi. Türkçe yine bir yere kadar yayınevlerine anlatılabiliyordu peki Almanca için ne yapacaktım? Kabul etmek lazım ki bir romanın tercüme süresi ve orijinal dilinden başka bir dilde yayınlanması teknik ve maddi olarak çok daha zor. Özet bir tercümeyle yayınevlerine romanı anlatmak, onların ilgisini çekmek neredeyse imkansız.
Şu günlerde “Su Duydum” romanım Wasserrauschen adıyla Almanca baskıya giriyor. Ve ilk kez bir romanım yazıldığı, içinde geçtiği mekanın diline kavuşuyor. Heyecan verici. Bir dilden bir başka dile geçmek, bin dünyadan başka bin dünyaya açılmak gibi.
İsviçre’de beşinci dilde yazarken umutsuzluğa düştüğüm kimi zaman Hattuşalı bir katibi düşündüm. Değil mi ki o katip kil tablete çubuğu her batırışında dünyayı avucuna almış gibi kendini güçlü hissediyordu, o vakit benim de umutsuzluğa düşme hakkım yoktu. Üstelik modern bir dilde yazıyordum. Dilimin bir başka dile aktarımı bin yılların tozlu tarihinin üstünden geçmesini gerektirmeyecekti…
Yine de, gerçek hayat der ki, kitap okuruyla vardır. Yazar yazdığı hikayeyi ne kadar dondurursa okur da okuduğu o hikayeyi aynı derecede hareketli, yaşayan bir bünyeye çevirir. Bu yüzdendir ki yazmak, yazarla okur arasında organik bir ilişkiye ihtiyaç duyar ve o ilişkinin toprağında da kitap yetişir.
Yazmaya başladıktan sonra, özellikle ikinci romanım Su Duydum’u yazdıktan sonra Zürih benim için başka bir şehirdi artık. Hatta bir değil iki şehirdi. Biri herkesle paylaştığım diğeriyse kendimden ürettiğim, insalara pay ettiğim şehir. Yazmanın büyülü bir sonucuydu bu. Eskiden bir kalem ve bir kağıtla yaratılan dünyalar artık bir klavye ve bir ekran üzerinden vücut buluyordu. Her ne kadar sokaklarda hükmü sınırlı olan bir dil kullanıyor olsam da neticede dil dildi ve Birazcık Halil romanımda Yunus’a söylettiğim gibi: Dil dile benzer’di…
Bence yazmanın asıl zorluğu yazdıktan sonraki süreçtir. Bir yazar olarak yazmayı ne kadar seviyorsam, yazdıklarımı yayınlamak için yaşamak zorunda olduğum yayın sürecini de bir o kadar sevmiyorum. İnsanın yazarlığın büyülü (hatta konforlu) dünyasından çıkıp hayatın çıplak, sert ve kurallara tabi dünyasıyla yüzyüze kalması bazen sanat için bile kaldırılamayacak kadar ağır bir yük olabiliyor. Ve fakat hayat böyle ilerliyor…
İsviçre’de Almanca, Çince, İspanyolca ya da İngilizce gibi geniş coğrafyalı bir dilde değil de beşinci dilde yazıyor olmam bir tercih değil. İnsan bir dilde şiir yazabilir denir. Ben aynı şeyi roman ve hikaye için de düşünüyorum. İnsanın anadili gibi yazma, üretme dili de bir ve biriciktir. Dilin edebiyatın tuğlası olduğu varsayılırsa, sanatçının bir yapıyı anca en iyi bildiği, tanıdığı tuğlayla örmesi mümkün olacaktır. Ve bu inşa okurun başına çökmemelidir. Öte yandan, edebiyat her ne kadar dil ile yapılsa da ortaya çıkan ürün neticede evrensel bir üründür; öyle olmalıdır. Başka türlü olsa Marquez’in, Steinbeck’in, Neruda’nın, Dürrenmatt’ın yapıtlarını nasıl anlardık? Birazcık Halil romanımın Türkiye’de en çok ilgi gören bölümü Almanya’da geçen bölüm ve en sahiplenilen karakterlerden biri de yaşlı bir Alman olan Frau Basler’dı. Frau Basler bir Alman’dı, hayatı Almanya’da Almanca yaşamış, ikinci dünya savaşına tanıklık etmiş bir kadındı ve Türkçe’de hiç eğreti durmuyordu. Aynı şekilde Su Duydum romanımdaki Zürih, Türkiye’deki okurdan çok büyük beğeni toplamıştı. Buradan bakınca dil zaman zaman teknik bir gerekliliğe indirgenebilir; ama tabii İngilizce ya da Almanca, İspanyolca yazmanın bir piyasa avantajı sağladığını da göz ardı edemeyiz.
Hasılı, hangi dilde olursa olsun yazmak zor iştir! İnsanlara bir hikaye anlatmak, onlardan bunun için zaman istemek ve nihayetinde onları hikayeye ortak etmek dünyanın en zor işlerinden biridir. Hele ki hayatın günümüzde çok hızlandığı, 280 hatta 140 karakterin bile okuyucu bulmakta zorlandığı bir dünyada en asgarisinden 200 bin karakterle insanların karşısına çıkma hayli donkişotvari bir eylemdir ki Don Kişot’un bizzat kendisi edebiyatımızın membasıdır zaten…
Son söz niyetine;
Şimdi dönüp geriye baktığımda şunu çok net tespit edebiliyorum: İkinci ömrümü ve ikinci şehrim Zürih’i biraz olsun sağlıklı ve ayaklarımın üzerinde yaşayabildim ve yaşıyorsam bu kesinlikle yazmak sayesinde olmuştur. Bazen, yazmaya bir terapi olarak baktığım bile oluyor. Büyük öykücümüz Sait Faik, “Yazmasam çıldırırdım” demiş ya, o hesap; yıllar yıllar sonra bir başka coğrafyada bir başka hayatta Sait Faik’in o cümlesini gönül rahatlığıyla Almaca yeniden kurabilirim:
“Wenn ich es nicht geschrieben hätte, würde ich durchdrehen.”
Hasan Sever
Kulturhaus Helferei – Zürih, 17 Eylül 2021