Efsane

Aykut Kocaman

Efsane yoktur, ona inananlar vardır; diye yazsam, çok mu kırıcı olurum!

Türkiye futbol tarihinin, belki de, en insani demecini vermiş futbolcu, şampiyon takımdan uzaklaştırılınca kimsenin sesi çıkmadı ve ses çıkaranların da çarkın gücüne gücü yetmedi ya, işte orda kırıldık. Şimdi bakıp futbol sahalarına, bunca saçmalığın nereden türediğini düşünüyoruz. Yanıtı basit aslında: Hepimizden. Futbolu seven sevmeyen herkesin tuzu var bu çorbada. Yaşanan ortak bir hayat varsa çünkü, bu hepimizin yazdığı bir hikayedir.

Fenerbahçeli Aykut Kocaman, ‘95-96 sezonunda oynan Trabzonspor-Fenerbahçe maçı sonrasında, Fenerbahçe’nin ikinci gölünü atmış ve 2-1 galip gelmiş takımın, evvela insan sonra hücum oyuncusu olarak, “Şu anda yenildikleri için Trabzonsporlular aşağılanacak. Ama biliyoruz ki onların yerinde biz de olabilirdik. Kazandığımız için çok sevinçliyim, onlar adına da üzülüyorum” deyince, bu “kocaman” açıklamasından ötürü, sezon sonunda, dönemin Fenerbahçe Klüp başkanı Ali Şen tarafından İstanbulspor’a sürgüne gönderilmişti. Ali Şen’in “sirkatini” açıklayan demeçlerine televizyon ekranlarında ya da gazete sütunlarında şahit olmuşsunuzdur. O, bundan bir övünç duyuyor, biz ise “diktatöryasını” vurgulayan sözlerinden garip ve iç gıdıklayan bir zevk alıyorduk. Bu, güce tapınmamızın sessiz ve samimi itirafıydı.

Gün döndü, geldi 2010 yılına… Bu sefer Fenerbahçe-Trabzonspor maçına kilitlendi şifre. Hak yerini buldu diyenlere şiddetle itiraz ediyorum. Hak yerini bulacaktıysa bunun faturasını Aykut Kocaman’a (Fenerbahçe’nin sportif direktörü) kesmemeliydi. O Aykut ki şampiyon olduğunda bile diyet ödemek zorunda kalmıştı. Neyse, hayatın hak-hukukla pek bir mesaisi yok zaten. O, yine, biz insanların bir uydurması.

Büyük bir şaşkınlık ve korkuyla “inanma”nın gerçeği değiştirebilmeye bu kadar yakın durduğunu gördüm. “Ol, dedi, oldu” denen şey meğer buymuş. Fenerbahçe stadında 50-52 bin insan aynı rüyayı mı gördü? O kadar insan, ki hemen hemen hepsinde, her an dünyanın herhangi bir yerine bağlanabilecek cep telefonları mevcutken, aynı hatayı mı işledi. Ne mümkün! Bütün günahı o anonsu yapana yüklediler. Yine ve hiç acımadan haksızlık işlendi. O anons, o anda, oradaki herkesin duymak istediği anons değil miydi? O anons, o anda, oradaki herkesin yapmak istediği anons değil miydi? O ruh hali, o gerçeği değiştirme (veya gerçeğe gözünü kapatma) isteği  oradaki herkesin yeşil sahaya yansıyan niyeti değil miydi? Yine de ürkütücü bir sahneydi. Monitör başında canlı yayını yorumlayan ve diğer maçtan haberdar olan yorumcunun bile gördüğünden şüpheye düştüğü bir an. O kalabalığa biraz daha zaman verilse, önce İstanbul’u, sonra da koca bir ülkeyi bir başka gerçeğe inandıracaktı. Gördüm. Ürktüm.

Şampiyonluğa gelince. Tartışması yok, Bursa hak etti; hem siyaseten hem de sportif olarak. İstanbul’un İstanbul’a yar olmayacağını bilmeyenler; Tekfur Diyarı’ndan, Şehri Orhan Gazi’den boşu boşuna bir muştu beklediler. O muştu gelmedi. Memleketin her türlü yolunun Diyarbakır’dan geçtiğini bilebilenler için durum hiç de sürpriz değildi. Esas sürpriz yine de Amed burçlarında dalgalanıyordu. Diğer kefesinde Bursa, tartanı Ankara olan bir terazide tartılırsan hafif kalırsın. Ve daha da kötüsü, memlekette, bu teraziyi dengeye getirecek bir abra da bulunmuyor…

Başa dönüyorum ve (muhtemel) kırıcılığıma devam ediyorum. Efsane yoktur, ona inananlar vardır. 


Hasan Sever
Zürih, 19.05.2010