“Ekmek yedim, su içtim ben nasıl yadsıyayım”
Hasan Hüseyin Korkmazgil
Günlük tartışmalarımın kapitalizmle ilgili olanları sonrasında hep şu duyguya kapılırım: “Yine havanda su dövdüm” Gerçekten de, bu tartışmaların sonrasında, üstüme başıma sinmiş bir aptallıkla kirlenmiş bulurum kendimi. Bütün enerjimin vücudumdan boşaldığı, özellikle kollarımın tonlarca ağırlıkta olduğu hissine kapılırım. Yaprak kıpırdamaz içimde. Tartışmanın içindeyken göremediğim ve dillendiremediğim yüzlerce argüman üşüşür kafama ve ben hep, söylediklerimin çok çok yetersiz kaldığı duygusuyla baş başa kalırım. Aynı duyguyu başka hiçbir tartışma sonrasında yaşadığımı hatırlamıyorum (İnanan biriyle tanrının varlık-yokluğunu tartışmamayı ortaokul yıllarımdan beri ilke edinmişliğim bir tarafa tabii)
Belki bir manasıza mana addetmeye çalıştığım için düşünsel bir kanama geçiriyorumdur. Belki de beynim, onu apaçık bir olguyu tartışmak zorunda bıraktığım için, benden öç alıyordur. Yaşadığım boşluk hissini ve tatminsizliği vurgulayabildim mi bilemiyorum. Jack London bir romanında, bir deniz fırtınasını tasvir ederken, “bir çamur duvarının size çarptığını düşünün” dedikte sonra (bütün alçakgönüllülüğüyle) “belki de onu tasvir etmeyi hiç denememeliydim” der. Var olanı, yaşanılanı yeterince vurgulayamamanın çaresizliğidir bu. Belki de o tartışmalar sonrasını hiç tasvir etmemeliydim. Çünkü, eğer anlatamamışsam, bu, azabımı bir kat daha arttıracaktır.
En çok, korkusuna kılıf arayan ve (olmayan) rahatı yerinde olanlar/bulanlar bela oluyor dünyanın başına. Tüm hegemonyalar bu tiplerin omuzları üzerinde iktidar oluyor.
Korkaklar…
(…)
Running over the same old ground.
What have we found?
The same old fears.
(…)
Korku, insanların günlüklerinin ana teması olunca geriye iki yol kalıyor: Korkan, ya insanca davranıp, korktuğunu açık seçik beyan edecek ya da bunu saklamanın bin bir kılıfını uyduracak. “Korkar mısınız?” sorusuna Aziz Nesin’in “hayvanlıktan insanlığa evrileli çok oldu” yollu bir yanıt verdiği rivayet edilir. Kaldı ki hayvanlar bile (içgüdüsel de olsa) korkar. Korkunun insan bünyesinde baki olduğu ve fakat insanlığın yine de ayakta kalmayı başardığı da hepimizin malumu. Korkmamak değildir mesele, mesele korkularımıza söz geçirebilmeyi becerebilmektir. Kaldı ki, devasa devlet organizasyonları karşısında savunmasız kalan bireyin durumunu göremeyen; sürekli “kriminalite” üreten sistem mekanizmalarına “herkese lazım” diyerek onay veren, işi beyin küçültmek olan sektörlerde entelektüel dirsek çürüten biri neden ve niye korkar ki!
Avrupa’nın irili ufaklı şehirlerinde iki türlü kalabalık mevcuttur. Kalabalıklardan biri, her yıl “Aşk” temasını ayakları altına alarak meydanlarda tepinir; tüketir, kirletir ve tükenir. Bilen bilir, “Woodstock”un öcünü alanlara piyon olurlar ve biz de bu güçsüzlüğümüzle bunu hak ederiz. İkinci tür kalabalık ise “Papa is here” kalabalığıdır. Her iki kalabalığın ortak paydası korkaklıktır; yaşamaktan, değişmekten, değiştirmekten, konuşmaktan, düşünmekten ve en önemlisi de düşlemekten… Bu kalabalıkların bir ortak paydası daha mevcuttur ve en az birincisi kadar da can yakıcıdır: “kapitalist özgürlükler deryası”nda “kendi olabildiği sanı”yla ömür tüketmek.
Kurak beyinlerin ve ruhların turabında ot yetişmiyor. Bu insanlar ya bir ilahinin monotonluğunda ya da “tekno” denen tek sesliliğin eşliğinde kendilerinden geçiyorlar. Kendinden geçen bünyelerin tekellere müşteri olmaları ise sistemin ekonomik özünü oluşturuyor. İki yıl evvel Papa, memleketi Almanya’da düzenlediği açık hava toplantısına gençleri rüşvet karşılığında katabilmişti. Rüşvet, günahların affedilmesiydi. Kimin günahlarını? Sistemin mi yoksa bireylerin mi? Bireyin günahı topluma, toplumunki ise sisteme yazılır. Korkmaya gerek yok oysa ki, “günah” taşıyan bir birey yoktur.
Bir ara paragraf da Papa’ya ayırmak gerekecek. Şu günlerde kilise duvarlarını aşan sapıklıklarla başı dertte olan Katolik dünya, “ruhaniliğine” tezat “maddi” dünyayla çok haşir neşirdir. Avrupa radikal solunun, ki kilise karşıtlıkları bizim cami karşıtlığımıza nazaran çok daha esaslı ve cesurdur, büyük bir nefretle tavır aldığı Vatikan, yine Avrupalı kapitalistin dünyaya açılmasında epey mesai görmüştür. Bu mesaisinde edindiği tecrübelerden olsa gerek, rüşvet vermeyi (diplomasi), beyin devşirmeyi (eğitim) ve ticareti (kurumlaşma) iyi bilir. Vatikan açısından meydanlarda “hap” tüketen kalabalık, Aziz Petrus meydanına geldiği sürece sorun yoktur çünkü aslolan müşteriliktir… Kaldı ki orta Avrupa gençliğinin esaslı bir kısmı, kiliseye uğramasa dahi, kilisenin dünya yorumuna paralel bir mantıkla günlük hayatını idame ettirir.
Rahatı yerinde olanlar…
“Mülkiyet hırsızlıktır” dedikten sonra rahatı yerinde olan kimse var mıdır diye sorası geliyor insanın. Durmadan “burg”lar inşa edenlerden, “bürger” olmak istiyorum diyen köşe kapmaca oynayanlara kadar herkes, bir azabın içinde kulaç atıyor. Zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış ya, ona bir katkı sunmak istiyorum. Zenginin malı “budalanın” konforu olurmuş. Eğer öyle olmasaydı bunca “çulsuzun” kapitalizmden ne tür bir zevk aldığını nasıl açıklayabilirdik ki!
Başkasının atıyla yarışa giren yığınların, nasıl bir efendi özdeşleşmesi yaşadığını varın siz tasavvur edin. Efendinin dizginsizliğini özgürlüğü, muktedirliğini gücü ve malını zenginliği sayan insanların evvela bir ruhsal rehabilitasyona ihtiyaç duyduğu aşikar değil midir? Kapitalist ideoloji merkezleri beyinleri en çok bu kavramlar üzerinden esir almıyorlar mı? Başkasının emeğine el koymanın özgürlük, buna yeltenenin de hapislere atılmak yerine müteşebbislikle taltif edilmesi olsa olsa insan beyniyle dalga geçmek olabilir.
Bunları tartışmak veya bunların manasızlıklarına cümleler kurmak ruhumda fırtınaların kopmasına sebep oluyor. Ve ben o fırtınalar sonrası, yıkılmış viran olmuş kentler gibi yolsuz, susuz kalıyorum. Viran olası hanede evladı ayal olmasa canı cehenneme diyesi geliyor insanın ama insan halim hale bırakmıyor ki beni. Köşeyi dönen erkeğin “tövbe”sini unutması gibi, her seferinde aynı “günah”la baş başa kalıyorum.
Hasan Sever
Zürih, 24-25 Nisan 2010