Gün Zileli’nin “‘Gebertme’ Oyunu”; Metin Çulhaoğlu’nun “Obama Hangi Mesajı Verdi” yazılarını devamla…
Yıldızlar kaydı göğümden
Rütbesizim
Gol atanın kaleye geçtiği kuralı, devrim söz konusu olduğunda tersine işler: Gol atamayan kaleye yani devrim yapamayan kuşaklar defansa geçer…
Defans
Benim kuşağım, yani damarlarına siyaset, 90’ların civarında yürüyenler, önceki kuşaklardan mıdır nedir bilinmez, daha ziyade defansa dönük orta saha oynar. Talih midir talihsizlik midir bilemem ama en nihayetinde rakip yarı alana geçemeyen bir kuşağız; kabul edelim. Bu kabulün öncesi yani 78 ve 68 Kuşağı’nın memleketimde oynadığı topa gelince; abartmaya, efsaneleştirmeye gerek yok; en nihayetinde, her iki yarının ilk on beş dakikasında oynanmış hücum girişimidir; o kadar.
Denir ki maç forvetle; şampiyonluk defansla kazanılır. Bu sözden umutluyum. Her devrim yapamayanı defansa attığımızı düşünürsek, hayli tecrübeli ve yine hayli meziyetli bir defansa sahip olmamız an meselesi. Fakat maçı nasıl kazanacağız? Yani gençlik yani gelecek kuşaklar?
Benim kuşağımın yegane meziyeti defansa dönük orta saha oynamak değil. İktisadi manada tarif etmek gerekirse aynı zamanda bir “halb-fabrikat”ız. Fakat emin olamadığım şey, bu “yarı mamul”ün bir önceki kuşağın tekne kazıntısı mı yoksa bir sonraki kuşağın yapı taşı mı olduğudur. Bunu da, hiçbir zaman grev ve lokavt görmeyecek olan tarih adlı fabrikadan öğreneceğiz. Görelim neymişiz.
Orta Saha
(Sigarayı övmek gibi olacak ama) Yaşadığım büyük gurbetin nimetleri de mevcut. Bu nimetlerden biri, Taraf adlı gazeteden bihaber olmamdır. Gerçekten, bir kere internet sitelerini ziyaret etmem dışında, Taraf’a temas eden herhangi bir tarafım olmadı; yani abdestim taze. Diğer bir nimetse, “2. Eylülist Edebiyat Kuşağı”ndan uzak durmuş olmamdır. “1. Eylülist Edebiyat Kuşağı” kalemşorlerinden Ahmet Altan, yerine birilerini ikame etmiş olacak ki şimdi “vites yükseltmiş” memlekete siyaset üretmektedir. O dalgadan Yalçın Küçük sayesinde kurtulmuştum. Hakkını teslim edeyim, Yalçın Hoca’nın kuşağım üzerinde ekmek tuz hakkı var fakat şimdiyi düşünüyorum da,
bir yıldız kaydı göğümden
rütbesizim
“2. Eylülist Edebiyat Kuşağı” dalgasından uzak olduğum halde onun dalga kıranını da beyindaşım, orta sahayı birlikte paylaştığım, Önder (Kurt) sayesinde inşa edebildim. Önder’in E-Hayalet’te yayınlanan “Özgürlükçü Bir Edebiyat Üzerine” adlı beş makalelik inceleme dizisi, kurumuş ağaç dalına indirilmiş balta gibidir; kim onun can acıttığını iddia edebilir ki. Can kurtarılmış ve bu gurur kuşağıma aittir.
Sadece defansa oynamıyoruz. Zaman zaman, özellikle ileriye kaçan birilerini gördüğümüzde, araya pas bırakmayı da ihmal etmiyoruz. Önder’in bu çalışması henüz yeterince “kitleye” ve “dalga boyuna” ulaşmamış olsa da bütün sağlamlığıyla yerli yerindedir ve ileriye kaçmak isteyen birilerine bırakılmış “sola ayak” usta bir pastır. (Çalışmanın tarafımca redakte edilmiş E-Kitap halini buradan ⇒ “Özgürlükçü Bir Edebiyat Üzerine” indirebilirsiniz.)
12 Eylül’ün üzerinden 30 yıl geçti. 30 yıl, tarih adlı fabrika için nasıl bir üretim periyodudur? Eski makinelerin sökülmesi, yerine yenilerinin montajı, hammadde tedariki, kalıp oluşturma, prototip, pazar araştırması, reklam süresi ve seri üretim derken süreç ancak tamamlanmıştır. Memleketimde defolu insan üretimi 30 yılda sürecini tamamlamış ve piyasada şimdi sadece bu ürün bulunmaktadır. Yani “top” noktayı yaşıyoruz. Hal böyle olunca devrimi savunan, devrimin defansına geçebilme eziyet ve alçak gönüllüğünü gösterenlerin önemi ve fedakarlığı bir kaç kat daha iltifata mazhar olmuştur. Özellikle de devrimin “piyasa yapmadığı” şu zaman diliminde…
Gün Zileli’yle tanışmam, kuşağının kara kutusu olarak adlandırdığım üçlemelerinin yayın ertesine denk geldi. Yarılma, Havariler ve Sapak (ki Zileli bu üçlüye Ev isimli kitabını da dahil eder) temiz bir kalem ve objektif bir insanın işçiliğinden vücut bulmuştur. Anı kitapları, belki doğası gereği, bir nebze yazarından taraf çeker ama ben, Zileli’nin üçlemesinde bunu hiç görmedim hatta yer yer Zileli’nin kendisini abartılı denebilecek şekilde yerdiğini fark ettim. Benim kuşağım için bu üçleme şiddetle okunması gereken kitaplar arasındadır.
Metin Çulhaoğlu’nu, ismen daha önceden tanıyorum. Sitemizde, özellikle Önder tarafından yazılarına referanslar verilmiş; kendisinden epey marksist pas aldığımız bir büyüğümüzdür. Çulhaoğlu’nun dilindeki mizaha en az marksizm tahlilleri kadar önem atfetmişimdir; bence bir devrimcinin “birinci vazifesi”, mizahi tarafını hep yeşil tutmasıdır.
Neyse…
Epey hazırlık pası yaptığımı düşünüyorum. Dediğim gibi benim kuşağım defansa dönük orta saha oynar; hani bir zamanlar Barselona’nın oynadığı cinsten. Hatırlanır belki, topla oynama süresi karşı takımı insan içine çıkarmayacak düzeyde olur fakat maç kazanılmazdı. Ne zaman ki işin içine Messi girdi, ne zaman ki Xavi-İniesta iklisi orta sahaya geçti işin rengi değişti. Ne öğrenmiştik; markajdaki oyuncuya pas atılmaz; fakat Barselona tersini yapıyor; markajdaki oyuncuya pas atıyor. Manası? Manası şu olsa gerek, siyaseten hepimiz markajdayız ve ne yapacaksak o markajın altında yapacağız; yani Barselona modeli elimizdeki en iyi model gibi duruyor. Hem onlar bu modelle Franko faşizminden bir demokrasi çıkardılar. Bizim de bir Franko’muz var ve henüz onu demokrasiye çeviremedik. Messi’ye gelince: Bence, işin sonudur ve eğer liderlik aynı zamanda hamallıksa işin başıdır. Darısı başımıza.
Şimdi, defanstan aldığım (ortak) pası ileriye uzatacağım.
İleri Uç
Gün Zileli’nin “’Gebertme’ Oyunu” adlı yazısını okuduğumda, tamam dedim, bu bir bilgisayar oyunu. Ve ben bu oyunu daha önce oynamıştım. Adını hatırlamıyorum, bilgisayarın “pentium” işlemcileriyle tanışmadığı demlerdi. Gates, henüz işin “dos”unda ve aletin çalışması için kasamızda bir disketin anahtar olduğu zamanlardı. Kaçırılmış bir prensesi kurtarmamız gerekiyordu. Prenses, Afganistan’dan bin1 gece masallarından kalma bir güzellikti. Kötü bir bilgisayar oyuncusu olan ben, bütün badireleri atlatıyor (levılları geçiyor) ne zaman ki prensesin hapis tutulduğu kapıya geliyordum ölüveriyordum. Bir değil, iki değil bu böyle sürüp gidiyordu. Prensesin kapısında uzun burunlu, keçi sakallı, afgan şalvarlı Cabbar vardı. Cabbar o kadar cabbar dövüşüyordu ki benim onu alt etmem için bir bilgisayar mucizesi gerekiyordu. O mucize bir gün, hiç ummadığım bir an ve kişiden, yeğenimden geldi. İlkokul talebesi olan yeğenim “amca” dedi “oyunun hilesini öğrendim.” İşin gerçeği, sorumlu bir amcalık yapıp “güzelim hile kötü bir şey” demem gerekiyordu ama sırası değildi. “Ne?” dedim, ağzımın bütün sularını serbest bırakarak. “Çok kolaymış” dedi yeğenim “Kontrol-Şift-L’ye bastın mı hiç ölmüyorsun. Hakikatten… Cabbar’ın kılıç darbeleriyle kanlar içinde yere yığılıp, prensesi gökteki bir yıldızda ararken, Kontrol-Şift-L’ye basıp kendi kanımdan tekrar diriliyordum!
ABD, Bin Ladin meselesinde işin başından beri Kontrol-Şift-L’yi kullanmıştır. Kim öldü kim kaldı; kim geldi kim gitti hikaye…
Müsaade edilirse bu bilgisayar işini biraz açmak isterim; ne de olsa kuşağımın (b)ilgi alanına girer. Kontrol-Şift-L her oyunda işe yarayan bir kombinasyon değildir; ama her oyunun bir hilesinin/açığının olduğu kesindir. Hatta kimi yazılımlar bu hileleri “atraksiyon” olsun diye “embeddet” eder. Fakat işin aslı bu hileler birer “bug”dır. Bin Ladin ABD emperyalizminin bir “bug”ıydı.(“It’s not a bug it’s a futur” diyenler, kerameti kendinden saklı olanlardır.) ABD, Bin Ladin adlı oyunun “kaynak kodları”nı biliyordu ama her oyun, ki günümüzün, emperyalist karmaşıklığı/oyunları artık devasa yazılımlara dönüşmüştür, çarçabuk hatalarından arındırılamıyor. Bu da ABD’nin on yılını falan almıştır. Yani ABD elindeki DNA örnekleri gibi Bin Ladin kodlarını deşifre edip “hack”layana kadar biraz mal ve can kaybına uğramıştır; o kadar.
Mal ve can kaybına gelince (malı niye başa yazdım ki?) tartışmalıdır ve tartışılmaya devam edilecek. Önümüzde üç seçenek var: Bir, İkiz Kule’lere saldırı bir ABD işidir. İki, bu, ABD destekli bir oyundur. Üç, bu, ABD’ye indirilmiş büyük bir darbedir. Bu üç seçeneğin ortak nesnesi ABD’dir. Bence doğru seçeneği bilmemiz mümkün değil çünkü kurgu biraz da “bul karayı al parayı” oyununu andırıyor. Kara malum ama nerede? Bilinir, bu oyunda bir tek oyunu kuran kazanır. Kendi adıma, karayı bulamayabilirim ama bir konudan eminim: Olan biten her şey güneşin altında vuku bulmuştur. Eğer rahatsızlık veren güneşin kendisiyse, ki bence dahli olsun olmasın öyle, güneşi zapt etmek lazım. Belki de büyük şair “güneşin zaptı yakın” demekle bunu söylemek istiyordu. Cümlesi gelmişken ABD halkından bir ricam var; bizler Atlantik’i ya da Pasifik’i aşana kadar yanıp/boğulup gidiyoruz; güneşin bir akşam üstü serinliği de olmadığına göre zapt işi evvela size düşer; yapın bir güzellik.
Bush’un pardon Obama’nın verdiği mesaja gelince… Bence ortada bir mesaj yok. Zatıalileri çıktı ve “dirakman” konuştu. Nerde o eski canım İngiliz/Fransız emperyalizmi! Vatandaşlar cümleye bir falso verirlermiş, yumuşatana kadar kalende on tane gol görürmüşsün. Şimdi, çok şükür, öyle bir sorunumuz yok. Geleceğiz diyorlar geliyorlar; vuracağız diyorlar vuruyorlar; vurduktan sonra da çıkıp ilan ediyorlar. Bu manada çok “düz” bir rakiple karşı karşıyayız. Aslında bu tür takımlara karşı defans kurmak kolay! Kolay olmasına kolay da “heriflerde” kondisyon çok iyi. Ceza yayının civarına çapalıyorlar herhangi bir savaş gemisini, sen uğraş dur.
Öcalan-Bin Ladin karşılaştırmasına gelince: Çulhaoğlu’nun da dediği gibi “Kuşkusuz, burada Bin Ladin’le Öcalan’ı aynı kefeye koyma gibi bir saçmalıkla işimiz olamaz.” Fakat bu karşılaştırma çok önemli bir farkı ortaya koymuştur. Ne demişti dönemin ABD dış işleri bakanı (Madeleine Albright): “Bu kadar örgütlü ve büyük bir kalkışma beklemiyorduk.” Niye? Çünkü ellerinde Kürt Özgürlük Hareketi’nin “Kaynak Kodları” yoktu. Elde kaynak kodlar olmayınca pek tabiidir ki sonuçlar da kestirilemiyor. Öyle de oldu. 1999 Şubat’ında Ankara’ya teslim edilen Öcalan, o gün = bu gün, çokça hevesli olduğu “düzde” siyasetini, daha büyük bir meşruiyetle yapmaya devam ediyor.
(Uzaktan) Şut denemesi
Muhakkak bir açığı var; bulmamız gerekiyor. Geriden alınan bir pasın rakip yarı alana, oradan ceza alanına ve nihayetinde kale çizgilerinin ötesine ulaştırılması şart. Kişisel olarak tavrım net: Ben, atılmış herhangi bir gölün değil, takım oyununun peşindeyim; zira mesele sadece gol atmak değil, bir bütün olarak Noksan dakika sahada diri durabilmek; kaldı ki kimi rivayetlere göre devrim, bitmeyen bir maçtır…
Bin Ladin ABD’nin bir açığıydı, düşmanı değil. Açıklar sistemine dahildir ve hiçbir sistem kendi kendini yok etmez/edemez. İlla ki son kertede birilerinin lambaya “püf” demesi gerekir. Bunun için defanstan ileri uca her kademesiyle tam işleyen bir takım olmak gerekiyor. Kırkından sonra devrimci kalınmaz diyenler; işin sadece “havasında” olan; defans yapmayı sevmeyenlerdir, oysa defans da devrime dair…
Defans da devrime dair diyenlere duyduğum saygıyla, arz ederim
Hasan Sever
6 Mayıs 2011 (39 yıl oldu)
Fotoğraf: 5-6 Haziran 1989 ODTÜ Otobüs Eylemleri. Kuşağıma ait en sevdiğim fotoğraflardan biridir. Eylemin hikayesini dostum Ali Osman KOÇAK’ın şu yazısından okuyabilirsiniz ⇒ 5-6 Haziran 1989 ODTÜ Otobüs Eylemleri – Ali Osman Koçak
Yine o döneme ait Mustafa Ekmekçi’nin kaleme aldığı yazıya da buradan ulaşabilirsiniz: ⇒ ODTÜ’de Neler Oldu? (8)
Güncelleme (14 Aralık 2021): Gün Zileli dörtlemesini 2018 yılında İletişim Yayınları’nda çıkan “Kentlerde (2000-2013)” adlı kitabıyla beşlemeye çıkardı. Kentlerde’nin başında epigraf olarak “Su Duydum” romanımdan bir bölüm mevcuttur. Benim için gurur vericidir: “İnsan bir yerden uğurlanmalı, insan bir yerde karşılanmalı. Bir paketin bile göndereni ve karşılayanı olduğu halde, insanın bu yalnızlığı…” (– Hasan Sever, Su Duydum, Ayrıntı, 2017, s. 33)
Dipnot 1: Zileli, yazısında Ahmet Altan için “üç yanlış bir doğru eder dersem ancak kurtarırım” demiş. Bence eziyet etmiş. Söz konusu kişinin tahlili mevzuubahis olunca derim ki kural bellidir: “Üç cümle = bir penaltı.” Hayır, yazının bütünlüğüne uysun diye değil, sayın Altan’dan, bize dair doğru çıkarmanın beyhudeliğinden emin olduğum için böyle yazıyorum. Sırası gelmişken “üç yanlış bir doğru” eşitsizliği için de fikrimi beyan edeyim. Bir ara Leman dergisinde “Vasati Kırık Çöp yalanına hayır” içerikli bir karikatür görmüştüm; muhteşemdi. “Bu üç yanlış bir doğru” işine de cephe açmamız gerekiyor. İtirazım çok büyük: “Efendim hiçbir şart ve vaziyet altında, üç yanlış bir doğruyu götürmez; ne münasebet! Eğer bunu kabul edecek olursak zaten bir avucuz, duman oluruz; hem davamız bunu tersine çevirmek değil mi!”
Dipnot 2: Yazıyı bitirmiş redakte ederken Melih Pekdemir’in (bir) yazısı yayına verildi: ⇒ Kürt sorunu: Çözersen bağ olur, çözmezsen “dağ” olur! Pas alacağımız bir “defansçı” daha…
Onca söz müziksiz kalmasın. En çok “Mayıs Müzik Topluluğu”na benzetirim “90 Kuşağı”mı…