“Hepsini Öldürün!

barış için sanat

1960’lı yılların ikinci yarısından ‘70’li yılların ortasına kadar sürmüş bir furyadan arta kalan iki kelime: “Hepsini Öldürün!” Sinema yönetmeni, seyircisine karşı o denli büyük bir güvensizlik içindedir ki, ona “doğru”yu göstermek için neredeyse sinema perdesinden fırlayıp, salonun ortasında bas bas bağırır: “Ulan sayın seyirci bak bu kötü, hem de çok çok kötü, anlıyorsun değil mi?”.

Yine de seyircinin mesajı alıp almadığı muğlakta kalır. Neylersin, bu da “sanatçının” evvel ahir kederi olsa gerek. Hayat devam eder ve bir kuşak, memleketin en karışık olduğu dönemlerde, arka sokak sinemalarda oynayan Malkoçoğlu, Battal Gazi ve Kara Murat efsaneleriyle büyür. 

Efsaneye Dair,

Efsane beynin rölantiye alınması olsa gerek. Fakat, insanı harekette tutan tek başına rölanti olursa, bu müthiş yıpratıcı olur. Efsanelerle büyüyen o kuşak, şimdilerde memleketin önemli mevkilerinde vazife görüyorlar. Memleketin trajedisini biraz da buralarda aramak gerek. Motor!

Hepsini Öldürmek Salaklıktır!

Kamçılı ve pelerinli “çok çok kötü” adam bağırır: “Bütün Türkleri, çoluk çocuk; yaşlı kadın hepsini öldürün; kimseyi sağ komayın.” Kötülüğünü daha açık nasıl ifade edebilir ki! O, “çok çok kötü” Bizans komutanıdır; imparatorluk askeridir yani. Bütün köylüyü öldürürse neyi işgal edeceği ise kocaman bir muğlaklıktır. Öyle ya, düşünsenize, karargahına rapor ileten bir komutan şunları yazıyor:

“… Filanca, falanca yerleri aldık. Oralarda yaşayan bütün insanları kılıçtan geçirdik ve artık oralar bizim …”

Ee, gelir? Haraç? Vergi? Angarya? Bunlar nerden gelecek? Bütün insanlar öldüğüne göre işgal edilenler ağaçlar, toprak ve boş damlar mıdır? O komutan anında kellesinden olur. Bu bir.

Doğada “kötülük” ve “iyilik” hem çok tartışmalı hem de saf olarak bulunması mümkün olmayan şeylerdir. Yani doğada yüzde yüz kötü veya “saf” iyi diye bir şey yoktur. Kötülük, en fazla, bir avuç tohumluk buğdayın arasına karışmış üç dört çavdar tanesidir. Kim onları bir bakışta diğerlerinden ayırt edebilir ve yine kim çavdarın kötü olduğunu iddia edebilir ki. Sanat, elbette, bir abartı içerir ama bu abartı onun doğayı süzmesinden kaynaklıdır; yani öncesi kristalize etmektir. Yok eğer var olanı  alıp mercek altında büyütürseniz bu sanat olmaz. Şimdilerde de var. Bir ülke Recep İvedik izliyorsa bunda Malkoç’un çok büyük bir payı vardır. Ama yine de Malkoç, Recep’in yanında şişede pop-milliyetçiliktir. Doğrudur, iğrençliğin sanatı olur ama “iğrenç”in kendisi sanat değildir. Bu iki.

Huzura Kabul

Türk başbakanı geçenlerde sinema yönetmen ve oyuncularını huzuruna kabul etti ve onlara “Demokratik Açılım”ı anlattı. Normalde, demokrasi denen şeyi sanatçıların başbakanlara anlatması gerekir ya neyse. Ben toplantının şekline takılmış durumdayım. O şekil ki içinde koca bir tarihi barındırmakta. Belli ki başbakanlığın bir biat, pardon kabul salonu var ve çağrılanlar evvela oraya alınıyor, orada bekletiliyor. Sonra başbakan geliyor ve kuvvetle muhtemel herkes ayağa kalkıyor. Tıpkı ilk, orta ve liselerde olduğu gibi. Bu biat kültürüdür. Huzura kabul, bir eski zaman adetidir ve tebaanın olduğu yerde vardır. Vatandaşlığın tebaa olmadığını iddia edebilecek olan biri için bu kabul şekli onur kırıcıdır. Sinemacılar, kırılan onurlarının faillerini kendi içlerinde aramalılar; ki öyle bir gayretleri varsa tabi. Türk başbakanının bu davranışında Mustafa Kemal’in sanatçıya dair ettiği sözün de payı var. “Efendiler… Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz; hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz; fakat sanatçı olamazsınız” deyişindeki “hatta” beni hep huzursuz etmiştir. Abarttığımı kabul ediyorum ve ısrar ediyorum. Sanatçısı yüceltilmiş bir toplumda başbakan, sanatçıları “huzura kabul”e cesaret edemez. Bu da üç.

Atatürk Filmleri

Kemalistlere samimi tavsiyemdir: Atatürk filmi çekmek zaman ve emek israfıdır. Hem bu o kadar mühim de değildir zaten. İyi çekilmiş bir Atatürk filminin Mustafa Kemal’i yüceltmeyeceği gibi, kötü çekilmiş bir sinema filmi de onu küçültmez. Toplumların kederine sinmiş kişilerin özel şahsiyetleri yoktur. Ve bu, bence onların talihsizliğidir. Anadolu coğrafyasının kederini etkilemiş bir insanın filmi o coğrafyanın sineması, edebiyatı, müziği, tiyatrosudur. Bunlar yoksa gerisi uydurmadır. Zorlamasınlar, sinemacının ilk okul talebesi gibi (ki saçmalığın başladığı yerdir orası) ayağa diktirildiği bir toplumda  film çekilemez. Resmi ideolojinin tepeden tırnağa her yere sirayet ettiği bir yerde sanat olmaz. Hatta bu şartlar altında resmi ideolojinin de sanatı olmaz. Olmuyor da zaten. Livaneli, Can Dündar’ın “Mustafa”sına yanıt vermek zorunda hissedebiliyor kendisini. Can Dündar ki, memleketin en iyi işleyen güzellik salonudur. Bu da son.

Hepsini Öldürdüler

Bütün günahı Malkoç’un omuzlarına yıkmak istemiyorum. Hayır, bu yükü kaldıramayacağından(!) değil, böyle yaparsam ona haksızlık etmiş olurum. Bu işin vebali Yeşilçam denen sektörün tümüne ait. Memleketin en belalı zamanlarında oturur saçma sapan filmlere motor dersen ve yine memleket oluk oluk kanarken yaraya merhem olmak varken, o kanda kayık yüzdürürsen ve yetmez, sanat diye diye insanlarınla dalga geçersen o dalga gün gelir kayığını tepe taklak eder. Başbakanlıkta masaya oturtulan “23 Nisan Talebeleri,” bir coğrafyanın kederine motor deme çapından uzaktırlar. Belki bilmiyorlardı, öğrensinler: Huzura çıkan huzurundan olur. Stop!

Hasan Sever

Zürih, 24 Mart 2010