“Ördek gelir su başını göl eder”
Afyon Türküsü
Bu yazı, bir sene boyunca beynimin yazı ambarında bekletilmiş ve herhangi bir yazım kaidesine bağlı kalınmadan klavyeye aktarılmış bir monologdur. Ve bu yazı aynı zamanda, Türkiye’den yayın yapan NTV adlı televizyon kanalının “Yeşil Ekran” programının beynimde yarattığı düşünsel dalgalanmaların ve bu dalgaları absorbe etme çabalarım sırasında yaptığım iç konuşmalarımın bir özetidir. Paragraflar arası bağlantıların bir kısmının paragrafların oluşum anında vücuda geldiğini ve sonrasında kelimelerin içinde eridiğini düşünüyorum, dolayısıyla, yazıda, bütün bağlantıların mevcut olduğunu iddia edemeyeceğim…
Dürtü
Tekel hassasiyetim, kurbağanın bulut hassasiyetinden beter; kavak yaprağının rüzgar algısı yani. Yakışıklılığım ise kertenkeleden kurbağaya terfi. Hepsini, küfür küfür, Can Yücel’e borçluyum. Hem, öpülmüşlüğümü de saymıyorum; nasıl anlarsanız anlayın!
1. Dalga
Nerde bir “tekel iyiliği” görsem, ona, kötülükten daha çok kafa yorarım; zira, çoktandır, bütün günahlar sevap donunda dolaşıyor… Sonda yazacağımı başta yazıp bütün yazıyı okumak istemeyenlere yardımcı olayım: Bir firma, grup veya tekel, varlığı gereği “çevreci” olamaz. Biliyorum, evvela bir çevreci tanımı yapmam istenecek; ve diyorum ki, hangi tanımı alırsanız alın, bu böyledir.
Artçı Dalga
Ne diyor Marks, “Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser.” Bunun bir de halk versiyonu var: “Yumurtasını yemedikten sonra ala karga tavuğum olsun” ve hatta bunun bir de Karacaoğlan versiyonu var “Ben güzele güzel demem / güzel benim olmayınca.” (En tiksindiğim dizeler. Karacaoğlan’ı sevmememde bu dizelerin çok büyük payı var.) Ve hatta hatta bunun bir de Aşık Veysel versiyonu var, ki kendilerine muhabbet duymam, yalnız daha bir edebidir; “Güzelliğin on par etmez / bu bendeki aşk olmasa” (Hazır ağacı bulmuşken) daldan dala gezindiğimin farkındayım. Neyse, aslolan ağaç değil, mülkiyettir ve onu “on paraya” çevirebilmektir. Sistemin mantığı açısından son derece anlaşılır bir durum. Korkunç bir rekabet ortamı, sürekli dalgalanan bir müşteri denizi ve bir önceki seneyi aşmak zorunda olan bir karlılık oranı baskısı karşısında, doğaya uyumlu bir üretim tasarlamak veya tasavvur etmek koca bir bönlüktür. Oluşturulan yapay hassasiyetlerin tersine, dün nasıl bir köleci emek tüketimi vardıysa aynı ruh bugün de mesaisine devam etmekte. Hep düşünmüşümdür, bir tekel hiyerarşisinin askeri hiyerarşiden ne farkı var? Hangi firma organizasyonu, içinde bir demokrasi kültürü barındırır ve hatta, hangi kapitalist üretim modeli, fordundan esnek üretimine kadar, insan haklarına (burjuva liberalizminin propagandasını yaptığı formu da dahil) uygunluk içerir…
2. Dalga
Hiç de hafife alınacak bir durum değil. Tek tek bireyler üzerinden hareket edip koca bir politika oluşturabilmek büyük bir emek gerektirir; bu emeği verdiklerini kabul ediyorum. İnsanları vicdanlarına hapsedip, fotoğrafın tümünü flulaştırmayı çok iyi beceriyorlar. Çöpünü ayrıştıran, kıyılardan izmarit toplayan ve tatil beldelerinde deniz dibinden çöp çıkaran birey, kafasını yastığa koyduğunda büyük bir huzurla uykuya dalmayı hak etmiştir. Buna şöyle karşı çıkılıyor: Ne yapalım, biz de mi kirletelim? Evet, siz de kirletin, kirletin ki cürmünüz kadar bile kirletemediğinizi fark edesiniz. Hadi cümlenin yönünü değiştireyim; hayır, tabii ki kire ortak olmayın, karınca kararınca temizlemeye bakın, bakın ki temelli çöpe batmayalım. Hangi versiyonu alırsanız alın, sonuç fani olduğunuzdur. Yalnız benden okumuş olmayın; saniyede milyonlarca pet şişe üreten bir sistem söz konusuyken, o pet şişeleri toplayıp doğayı koruduğunuzu düşünüyorsanız, bunu salaklık bilançonuzun pasifler bölümüne sermaye olarak yazarım… Varlıklarınızdan siz sorumlusunuz… Doğadan bir örnek, madem doğayı işliyoruz: bir bendin deliğini kapatmanın iki yolu vardır: önden veya arkadan. Ve siz, sudan, güçten, debiden ve basınçtan anlıyorsanız bilirsiniz ki bir bent deliği önden kapatılmazsa suyla başa çıkılmaz, su, önünde sonunda var olan yarığı kullanıp kendine bir kaçış yolu bulacaktır…
3. Dalga
Almanya’da Yeşiller için “Petersilie” lakabı kullanılır; maydanoz manasındadır. Türkçe’de, henüz gelişkin bir hareket olmadığı için buna benzer bir lakap yok ama argoda “Yeşillik olsun” tabiri var yalnız tabirin tevellüdü eski. Subjektifliğimi açık seçik beyan edeyim; siyasete aklım erdiğinden bu yana yeşillere, çevrecilere ve hayvan severlere içim ısınmadı ve hatta onlara gizli bir öfke bile duydum. Neden mi? Belki kıskançlıktan, niye ben de yapamıyorum, kıskançlığı… Ve belki de kabalığımdan, “ince ruhlarını” anlamıyorum… Yalnız, baştan yazmış olayım, siyaseten vereceğim cevap bunlardan hiçbirini kapsamıyor. Hani diyor ya Pir Sultan, “ille dostun gülü yaralar beni” Bir dostluk falan umduğumdan değil, gülü ziyan etmelerini kaldıramıyorum… Bakın ben kapitalist sistemin çevre dostu yalanını deşifre etmeye çalışırken hangi kıyılara kadar geldim. E bunun bir manası olmalı…
Tepe Nokta
Siyasette iki çirkin yüz hatırlıyorum: Biri Çiller, onunla kişisel husumetim var, tarafsız olmayabilirim ama diğeri konusunda çok samimiyim/tarafsızım: Joschka Fisher. Hatırlarsınız belki, Schröder hükümetinin dışişleri bakanıydı (1998-2002) ve Almanya’nın Balkanları parçalama siyasetinde başroldeydi. Bostandaki maydanozu (bile) koruyacağım diye gelen zat, Balkanları kan gölüne çeviren emperyal planın baş aktörüydü (buradaki erkeklik vurgusuna hiçbir itirazım yok). Ve ben onun yüzünden daha çirkin bir yüz hatırlamıyorum… Asker yeşiliydi…
4. (ters) Dalga
Sadettin Teksoy çok naifti; salaklığımıza sızmış bir zeka mı yoksa zekamıza sığınmış bir salaklık mıydı tartışılır; ama naifti. (Dertlere derman)! arar, tuhaflıkları (kendisi de dahil) ekranlarımıza taşır, gözümüze parmak sokar, soktuğu parmağı kuzey kutbuna kadar götürür, buz üstünde namaz kılar ve lakin naifti. Biz ondan hiç hazzetmedik çünkü bir tutam vicdanı çok buldu bize.Yeşille, çevreyle ve en nihayetinde mikro vicdanlarımızla bir hesabı olmadı.
Dalgasızlık Hali
Uğur Dündar öyle değildi ama. Yediğimiz bütün gıdalardan, giydiğimiz bütün elbiselere kadar, her yerimizde, gizlenmiş bir mikrofonu ve kamerası vardı. Bize, “Neler yediriyorlar vatandaşa, neler” cümlesini kurdurur, o vatandaş kümesinde bir alt küme olduğumuzu unutturur ve aynı akşamın sabahında, aynı pazara yollanmamıza mani ol(a)mazdı. Ve bizler, doğrusunu yazmak gerekirse, bu durumu pek de manidar bulmazdık. Kamerayı karşısında, mikrofonu, İbrahim Tatlıses yakınlığında, ağzının içinde bulan esnafın salaklığından haz alır, “nedir kardeşim buranın hali” sorusu karşısında düştüğü şebeklikten mikro vicdanlarımızı besler ve cümle cihanı kirden pastan temizlemiş olmanın görev yorgunluğuyla yataklarımıza giderdik. Sonra, niye bu kadar uyuşuğuz diye çok düşündük; kimsenin aklına “Sayın Dündar” gelmedi, biz hep Sadettin’i sorumlu bildik. Şimdi bu yazının huzur(suzluğ)unda soruyorum: Kim sorumlu bu vurdumduymazlıktan, Uğur mu Sado mu? (Koca adama da Sado diyorum ya, pes!)
Kıyıda Köpük
Üçüncüye geliyorum. Bir ihbarda bulunup, yazıyı karaya çekeceğim. NTV’nin “Yeşil Ekran” programını sunan çocuğu buraya konu etmeyip, aynı ekranda aynı çocuğa “otomobil” programı da yaptırıldığını bir ara not olarak düşmekle yetineceğim. İhbarıma gelince: Sayın Yeşil Ekran (şahsiyetli program), Hasankeyf’te yapımı süren barajın inşaatından Avrupalı firmalar çekildiklerini açıkladılar. (İnsaniyetliklerinden değil, hükümetleri kredi garantisi vermedi: Kapitalizmin alt yapı üst yapı uyumsuzluğu) Bu durum karşısında Türk hükümeti, krediyi içerden temin etme yoluna gitti ve Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi’nin 14 Mayıs 2010 tarihli basın açıklamasına göre, Akbank ve Garanti Bankası’yla anlaşmaya varıldı. Sizden istirhamım, bu iki bankanın kredi sağlayacağı projenin çevreye uygun olup olmadığını? Yeşili koruma hedefi taşıyıp taşımadığını? Bu yapım (kimileri, ben de dahil, yıkım diyor) için oradaki insanların rızalarının alınıp alınmadığını, programınıza konu yapmanızdır. Ha bir de bölgenin “tarihi mesken” olma durumu var, ona, o iki yüzlülüğümüze, hiç dokunmuyorum; çünkü biz onu ararken değil, tesadüfen bulduk. Yazının sarkması pahasına devam ediyorum: Turistleri eşekle gezdirmekten öte bir aktivite bulamayanlar, tarihimiz yok oluyor diye yırtınmasınlar; bilinmeyen tarih zaten yoktur!
(Deniz) Bitti
Hasan Sever
Zürih, 15-16 Haziran 2010; (Biz o gün İstanbul’da, İstanbul kadar büyükmüşüz.)