3 Numaralı Peronun Proleterleri

Her gün kendi ellerimizle alıp götürüyoruz. Ofislerin, üretim atölyelerinin, inşaat sahalarının insan sıcaklığından uzak köşelerine, henüz açılmamış göz ve zihinlerimizle bırakıveriyoruz. Kah klavyeye değen parmak uçlarımızdan, kah metali kavrayan avuç içimizden, kah cümle olup dil ucundan sonsuz bir deryaya akıyoruz. Hayatımızı kazanmak için hayatımızı tüketiyor olmamız ne kadar da ironik.

“Küçük insan” her daim sistemi taşıyan insan olagelmiş. İnsanın bağırası geliyor: Ey tarih yazdığını iddia eden efendiler. Yağlıboya suretlerinize çerçeve olmayı ret ettiğimiz gün, sadece asıldığınız yerden düşmeyecek, aynı zamanda, vakti geçmiş etkinlik afişi misali şehrin sokaklarında çöp olacaksınız. Nutkumuz tutulmuş, diyemiyoruz. Her gün koca koca sistemleri yüklenip evden işe, işten eve sarkıyoruz.

3 Numaralı Peron’un sevgili müdavimleri: Sen, ben, o, bizler. Cümle yükü biz sırtlıyoruz. Lakin eskisi gibi değil. Kulaklarımızda kulaklık, ellerimizde cep telefonları; kirden pastan uzak, apak peronlarda, yine apak trenler bekliyoruz. Yarattığımız konforun şu kadarcığını ağzımıza çalıyorlar, biz de kanıyoruz. Hatta oturup kasidesini bile yazanımız oluyor. Yetmiyor, ruhumuzu kurban ediyoruz…

Yine erken indim perona. Sırtımı yeşil cam gökdelene verip tren seyredeceğim. Malum, mayıs ayında doğanlarda bir miktar öküzlük mevcut. Peron yavaş yavaş dolacak. Zürih tren garına giren çıkan trenlerin ve küçük istasyonumuzun çetelesini tutacağım. Hep aynı şey: 3 numara 1. perona, 6 numaralı banliyö treni 2. perona girecek. 9 ve 11 numaralar sırasıyla 4. perona yanaşacak. 2 numaralı peron 7 numarayı ağırlayacak. 3. Peron’a önce Baden tarafına giden 6 numara, hemen arkasından bizim 5 numara gelecek.

Hardbrücke istasyonu, coşkun bir nehrin kenar çatlağı gibi duruyor. Coşkun nehir durmadan Zürih’e insan taşıyor. Basel, Bern, Cenevre’den gelen trenleri Re 460’lar yürütüyor. Viyana’dan Railjet, Hambug’dan ok yılanı misali ince beyaz Alman treni, Paris’ten TGV ve Milano”dan Cisalpino’lar… Mesai bitmiyor çünkü gelen gitmekle malul.

Trenlerden insanlara dönüyorum. 

Ben, bir, geçiyorum zira ayna aynasında bir tek kendini göremez. Günün ikincisi, peronun etek giyen tek kadını. Orta boy, orta yaş, açık ten, hafif geniş kalça; saçlar sarıya boyalı, kısık gözlü; muhtemelen banka çalışanı. Güzelliğe bir harf mesafede duruyor. Geldi ve banka, bu saatte ona ayrılmış gibi boş duran yerine oturdu. Hep siyah; yüksek topuk, ince çorap, etek, ceket; zaman zaman, özellikle havanın güzel olduğu günler, siyah etek beyaz gömlek giyiniyor. Siyah-beyaz, ne güzel! Beşiktaş sen bizim çok şeyimizsin.

Delikanlı da geldi. Kimi sabah marihuana içecek kadar sert takılıyor hayata. İnce gömlek, mavi-hırpalanmış cin giyiniyor. Sarışın; güzelce bir yüzü ve taransa hoş saçları var. Tepesinde her daim sony marka koca kulaklık; müziği seviyor olmalı. Acaba hangi türü dinliyor? Kafa dengi olabileceğini düşünüyorum. Ve bence softwareci. Yanılıyor muyum?

Fizik profesörümüz de göründü. Merdivenlerden inerken sanki hep basamakları sayıyormuş gibime geliyor. Sırtında spor çanta, elde düzüstü bilgisayar. Her daim yelekli, kumaş pantolonlu ve spor ayakkabılı. Sarkık bıyıkları seyrelmiş ama yüzü henüz pürüzsüz. Tıraşını hiç aksatmıyor; bakımlı ve temiz. Yaşlı solcu abilerimizi de andırıyor; onlar da kumaş pantolonun altına spor ayakkabı giyinirler.

Talebemiz de tamam. Henüz güzelliği üstüne tam oturmamış. Ara sıra dişiliğine meylediyorsa da genelde çocuk. Oerlikon’da iniyor. Oradaki bir okula gittiğinden şüphe yok. Sürekli mesaj yazıyor ya da başka bir şey; ama çok hızlı yazıyor. Bana da öğretse ya!

Peron’un en güzel yüzlü kadını da geldi. Ne kulağında kulaklık ne elde sigara. Çok sade. Kumral, uzunca boy, küt kesilmiş saçlar, çok hafif makyaj, kararında göğüsler ve pantolonu dolduran kalçalar. Hiç oturmuyor. İnsanı sözlüye kaldıracakmış gibi bir havası var. Acaba ne işle meşgul? Tahmin etmesi zor. Müşteri danışmanı olabilir mi? Kim bilir…

Yeşil cam binanın dibindeki Hardbrücke tren istasyonunda tam tekmiliz. Daha bir sürü insan var ama onlar babımızın dekorları. Nazım geldi aklıma:

“Altı kadın vardı demir kapının önünde
Ve demir kapının ardında beş yüz erkek
Vardı efendim;”

Nazım gibi, sevgilime sitem etmeyeceğim; hem terkide bir mahpusluğum da yok (kandır bakalım kendini). Kaldı ki, o sevgililer olmasa bir b.ka değmez bu dünya. Zaten Nazım’ın sitemi de ona işaret.

Neyse. Binanın gölgesi diğer tarafa düşüyor. Henüz içi boş; bitirmeye gayret ediyorlar. Bitirip hizmetimize sunacaklar ve bizler, cümlenin tezadına bakmadan, orada hizmet sunacağız.  Zürih’in en yüksek binası; 36 kat, 126 metre ve her yerde adet olduğu üzere ingilizce isimli: Prime Tower. Kapitalizmin suratında çıkmış çıban misali ve daha demin, Dişli Çark üreten bir fabrikanın bacasının tüttüğü yerde arşa yükseliyor. Hemen yanında, söğüt mantarı gibi Ernst&Young binası duruyor. Mantar gibi dediğime bakmayın tamı tamına bin kişiye iş yeri olacak (Yüce Gök, ne soğuk bir cümle oldu bu böyle: bin kişiye mezar olacak der gibi!). Bin kişi, her gün buraya girip üstünü başını, içini dışını silkeleyip çıkacak. Her gün bu binadan bin kişilik ömür akacak. Nereye?

Bir de proletarya kalmadı diyorlar. Elde anahtar, belde orak birini mi arıyorlar yoksa. O dündü. Bugünün proleterleri enine değil boyuna binalarda ter akıtıyor. İş yerlerimiz daha bir tozsuz, daha bir dumansız ama proleteriz; dünya aynı, vazife aynı, eziyet aynı!

Hasan Sever

Zürih, 23 Haziran 2011