Peşrev
Devrim sonrası toplanan kadrolara görev dağıtılmaya başlanır. Sıra endüstri bakanlığına gelince Castro, “içinizde ekonomist (economista) var mı?” diye sorar. Che, “ben” diye atılır. Gözler, tıp doktoru olduğu herkesçe bilinen Che’ye döner ve Che’nin yanında oturan biri kısık sesle “Yoldaş, yoldaş aranızda ekonomist var mı diye sordu” deyince, Che, yüksek sesle “pardon, ben komünist (communista) anladım” der. Devrim sonrası Castro-Che anlaşmazlığına bir gönderme olan bu diyalog yaşandı mı bilinmez ama Che, evvela endüstri bakanlığına sonra da Küba merkez bankasının başına gelir/getirilir.
Merkez bankasının başına gelen Che, her fırsatta paranın kaldırılması gerektiğini belirtir ve paraya olan antipatisini, paranın üstüne bir eşekle çektirdiği fotoğrafı bastırarak gösterir. Ve sonra, Che’nin nefret ettiği o para, dünya solunun büyük irtifa kaybetmesiyle birlikte, anaforuna Che’yi de alır. Günümüz insanını, Che’nin yaşam felsefesiyle taban tabana zıt olan bir tüketim çukuruna düşürülenler, o çukurun derinleşmesinde Che sembolünü kullanmaya devam ediyorlar. Che radikalliği, tüketim radikalliğine dönüştürülmüş; pazarda yer kapmak isteyen göreceli küçük firmaların, büyük firmalara karşı açtığı piyasa savaşının sembolü haline getirilmiş durumdadır. Paraya, tarihin belki de en büyük naniğini atmış olan insan, o paranın üretici motoruna “yağ” yapılmış ve buna ses çıkarılamıyorsa, bu utanç/ilkellik insanım diyen herkese aittir.
Giriş: Roger Federer
Babımızın bahanesi olan bu çocuk, İsviçre’nin Basel kantonunda 1981 yılında dünyaya gelir. Martina Hingis’ten sonra İsviçre’nin dünya tenis tarihine geçen ikinci sporcusudur. Taraftarlarınca King Roger olarak adlandırılan Federer, 2010 Avustralya açığı kazanmakla erkeklerde 16 büyük turnuva kazanmış yegane tenisçidir. Sıkı bir futbol hayranı ve Basel FC taraftarı da olan Federer, futboldan dönme tenisçiliğinde, başarıyı sonradan yakalamış biridir. Doğuştan yetenekli olanlar sınıfından ziyade “sonradan” sporcu olanlar kategorisindedir.
Gelişme: Tenis
Dünya tenis tarihinin, tevellüdümün hatırlamama olanak verdiği bölümünün bence ortak olan bir noktası var. Tenisin zirvesine varmış, oralarda raket sallamış sporcuların hepsinde bir baskın anne veya baba figürü mevcut. Tarihi sıralamaya göre gidersek evvela Steffi Graf’tan başlamak gerekecek. Onun hayatında baskın bir baba mevcut idi. Aynı zamanda kızının gizli/açık menajeri de olan baba, vergi kaçakçılığı suçundan hüküm giymiş ve dokuz ay hapis yatmıştı. Sonra Agassi’nin hikayesi geliyor. Bu hikayenin dumanı henüz üzerinde. Yayınladığı anı kitabında babası tarafından “uyuşturucu” almaya zorlandığını ve konsantrasyon arttırıcı ilaçlar yüzünden intiharı bile düşündüğünü belirten Agassi, sporculuğuna ve gençliğine rağmen saçlarının niye dökülmüş olduğunu da bu vesileyle açıklamış oldu. Baskın bir babanın başarıya zorlanmış çocuğu, aynı kaderi paylaştığı için kendisine yakın bulduğu Graf ile evlendi. Birbirlerine anlatacakları aynı minval üzere epey hikayeleri vardır.
Hingis’te durum biraz farklı. Onun hikayesinde baskın olan anne. Çek göçmeni olan aile, anneden gelen bir tenis hayranlığına sahip. Hingis’in ismi yine ünlü olan bir Çek rakete ait: Martina Navratilova. Navratilova’nın hikayesini bilmiyorum ama erkeksi kaslara sahip olduğunu hatırlıyorum. Hingis’e dönersek. Garf’a karşı oynadığı ‘99 Fransa açığı dramatik bir şekilde kaybedince İsviçre’nin bulvar gazetesi Blick “Ağlama! (Nicht Weinen!)” manşetiyle çıkmıştı. Ürktüğüm manşetlerden biridir o. Ne demek ağlama! Belki de başarı uğruna köreltilmemiş yegane insan tarafıydı o gözyaşları. Baskı sadece anneden değil bütün toplumdan geliyordu. Hingis, daha sonra sakatlandı ve kortlara uzun bir ara verdi. Tam artık bu sporu bıraktı derken tekrar turnuvalara katılmaya başladı. Neydi onu buna zorlayan? Daha alınacak kaç kupa vardı? İnsan yaşamına rağmen başarı bir hastalık tezahürü müydü? Bütün bu sorular askıda kaldı. Hingis dönüp döneceğine pişman oldu. Eski performansı yoktu artık. Olmadık rakiplere yeniliyor, bir türlü üst sıralara tırmanamıyordu. Tam bunlar olurken bir de doping maddesi aldığı ortaya çıkınca, kameraların karşısında ve gözyaşları içinde tenise veda ettiğini açıkladı. Bir yıldız (ne demekse artık) kaymıştı göğün aydınlığında ve fark eden olmamıştı. Kral(içe) öldü, yaşasın kral!
Hingis’in vedası, ABD’den gelen iki kız kardeşin hikayesine eklendi. Her başarı diye tutturanın acısını tattığı o güzel meyveden şimdi de bu iki kara derili kardeş tadacaktı. Williams kardeşlerde baskın figür baba. Baba hem menajer, hem de antrenör. Bu iki kardeşin özellikle kendi aralarında yaptıkları maçları hep trajik bulmuşumdur. Milyonların gözü önünde, her şeyini bildiğin kardeşinin bir açığını aramak acı verici olsa gerek. İki kardeş, yenmek ve yenilmek üzerine kurgulanmış bir oyunun içinde birbirlerine karşı nasıl naif kalabilirler? Daha çok turnuva alanın karşısında, diğerinin bir psikolojik açmaza girmemesi mümkün müdür? Belli ki, profesyonellik kapağı altında kaynatılan kazanın içinde bu tür sorular sorulmuyor. Graf’tan Williams kardeşlere kadar gelen kuşakta tenis, diğer spor dallarında olduğu gibi tamamen paranın esaretine teslim edildi. Artık spor ve sporcu kelimelerinin başka bir anlam yüklendiği kesin. Sağlık, amatör zevk, yaşama sevinci, kendini tanıma, öz benlik kazanma vb tanımlamaların sporun içinden ayıklanması gerekiyor.
Tenis zengin sporu olara bilinir. Tribünlere gelenlerin cüzdan kalınlıkları bilinmese de kortta raket sallayanların zengin çocukları olmadıkları kesin. En fazla orta tabakadan gelen kız-erkek çocukları, başarı ve illa başarı diye tutturan ebeveynlerin baskısı altında, bizlere tenis gösterisi yapıyorlar. Hangimiz Agassi’yi seyrederken onun intiharı düşünen bir yaralı ruh taşıdığını fark etmiştik? Hingis’in göz yaşları sadece alamadığı maçın üzüntüsü müydü? Graf, cezaevindeki babasını ziyaret ederken, içinden acaba kaç kere tenise lanet okudu? Williams kardeşler trajedisi! Ve babımızın ilhamı, gülmeyen çocuk Federer?
Günümüzün pop kültürü, iki kanal üzerinden topluma akıtılıyor. Birinci kanal: Babımızdaki örnekler gibi, insana ilham vermekten çok, korku veren ulaşılmaz örnekler sunmak. İkincisi, ikamesi son derece kolay starlar piyasaya sürmek. Her iki örneğin ortak noktası insanlıktan çıkmadır. Madonna’yı dinleyen her gırtlak, “bunu ben de söylerim” der. Armstrong (Fransa bisiklet turunu altı kez üst üste kazanmak gibi insanüstü bir rekora sahip), Steffi Graf (22 büyük turnuva ve yegane “Golden Slam” sahibi. Yani, aynı yıl (1988) içinde dört büyük turnuva ve olimpiyat şampiyonluğu) veya Roger Federer’i izleyen her insanın ilk tepkisi “bunu ben yapamam”dır.
Sonuç: Roger Federer
Federer hayranları, Federer’e teşekkür ve onun başarılarını sonsuza dek hatırlatma babında, Federer’in fotoğrafının 100lük İsviçre frankının üzerine basılması için, son zamanlarda moda olduğu üzere, bir İnternet paylaşım sitesinde kampanya başlattılar. Kampanyayı destekleyenlerin sayısı 11 şubat 2010 tarihi itibarıyla 55 bini aşmış durumda. Bir sistemin en kirli enstrümanının üzerine resmedilmenin şeref sayıldığı her çağda, insanların şifreleriyle oynanmış demektir. Zaten para girdabına atılmış birinin, bir de paranın üstüne mahkum edilmesi için ne gibi büyük bir hata işlemiş olması gerekiyor! Bu teklif bir övgü müdür? Basılır basılmaz bilinmez ama kampanyayı yorumlayan birinin dediği gibi “10luk İsviçre frankının üstüne basılması daha adil olur. Bu vesileyle onu fakirler de görebilirler.” Malum, paranın olduğu yerde fakir-zengin ayrımı bakidir…
Hasan Sever
Zürih, 11 Şubat 2010