Üç Dut Ağacı

Schulhaus Altweg, Zürih

 

“Dut ağacının en uç dalına tırmandığım zamanlar

Tatlısından anlardım en az bal arısı kadar*”

K. Sever

Armudun iyisini ayının yediği söylenir ya insan merkezli bir cümledir. Yaşam bendini tümüyle tarlasına çeviren insan, o bentten ara sıra su içmek isteyen diğer canlılara karşı böyle küstah cümleler kurmuştur. Doğa, doğanın sakinleri ve onların yaşama hakkı düşünüldüğünde, dağ başındaki armudu yine dağın başına yuva oymuş ayıdan başka kim yemelidir? “Bencilliğimizden” bulalım!

Armudun nasıl bir sahibi varsa dutun da bir sahibi var. Eğer dut ağacı, insandan yeterince uzak bir yerde dal salabilmişse, seher vakti, hava henüz insan teninde soğuk duş etkisi yapıyorken, yere düşmüş en güzel dut tilkinin hakkıdır.

Bu hikaye, tilkinin, göz yaşlarımın, kesilmiş ve yeri bir daha doldurulamamış üç dut ağacımızın hikayesidir. 

Zürih

Zürih’te, bilebildiğim üç yerde dut ağacı var: Sırasıyle, Letzigraben üzerindeki Schulhaus Altweg** durağında; Kalkbreitestrasse’deki okul bahçesinde ve tam sokağını bilemediğim Escherwyss tramvay garajı yakınında, Limmat Çayı kenarında. Çok değil, topu topu üç kök. Bir şehre üç dut ağacı yeter mi? Yetmez. Fakat Zürih’te, duta düşkünlüğün yerlerde süründüğü düşünülürse üç kök fazla bile. 

Hikayeden bir yalnızlık çıkarmak istemem ama Zürih’te dut ağacı altında çocukluğunu arayan bir ikinci kişiye henüz rastlamadım. Her yaz bu ağaçları periyodik olarak ziyaret eder, bir türlü olgunlaşmayan dutlarda eski bir tat arar, yağmurdan arta kalan günlerin yüzü suyu hürmetine bir iki olguna çalan dut yer ve mevsimi kapatırım. Daha ziyade yaprağı için ve “yeşillik olsun” diye dikilmiş dutların, güneşsizlikten olsa gerek, pek bir albenisi yoktur.

Elbistan

Çocukluğum dut ağacı dalında geçti. Bahçemizde, kimin diktiği belli olmayan dört dut ağacı vardı. Bunlardan üçü, “han” diye tabir ettiğimiz büyük ağaç, dördüncü ise, muhtemelen, bu ağaçlardan birinin uzak bir filiziydi; kendiliğinden hem de siyecin tam ortasından çıkmış, çıkar çıkmaz çatal vermiş, bir dalı batıya bir dalı doğuya bakan şirin bir dut “yavrusuydu”.

Büyük üç dut ağacımız L şeklinde dikilmiş, L’nin alt ucuna denk gelen ve bizim, garip bir şekilde, Orta Dut dediğimiz ağaç en görkemlileriydi. Orta Dut’un bir dalı bozkır sıcağında bir dalı servi serinliğindeydi. Bozkır sıcağına bakan dallar daha erken meyve verir ve meyveleri parmak büyüklüğünde olurdu. Bizler, ağaçların bütün dallarını ezbere bilir, hangi daldan hangi dala nasıl bir hareketle geçilmesi gerektiğini neredeyse standartlara bağlamıştık. Çetemize yeni katılan bir eşkıya en çok dut dalındaki acemiliğinden belli olurdu.

Baharla birlikte kayısı ağaçları  dere boyunu beyaz bir tül gibi sardıklarında, dutlar tomurcuk patlatır fakat yaprağın şemsiyesine sığınmış dut meyvesi çok sonraları, nazlı bazlı burun uzatırdı. Memleketin yalancı baharına her seferinde ve muntazaman kanan kayısı ağaçlarının tersine, dut, donmaktan ve kederine ağlayan bir aşık gibi göz yaşlarını dibine dökmekten, böylece, kurtulurdu. Kayısı ağacının, tıpkı kiraz gibi, doğaya büyük=kör bir aşkla bağlı olduğunu düşünüyorum. Onlar, tereddütsüz, toprağın sıcaklığına içini dökebilen yegane ağaçlardır. Fakat benim topraklarım henüz aşkın şefkatinden ve yumuşaklığından çok uzak.

Kayısı ağaçları sarı salkımından yoksun, güneş altında koyu yeşile dönmüş tekmil yaprağıyla bir hüzün tablosu gibi dururken, dut, her türlü haşerenin ziyaretgahı olurdu. Biz çocuklar da o haşerelerin bir parçasıydık. Kah kuzu otlatmak için uykumuzdan olduğumuz bir sabahın alacasında, kah top oynamak için gün ortasında, kah bir akşam üstü serinliğinde dallara tırmanır, karnımız şişene kadar dut yerdik.

Yine de dutun en lezzetlisi sabah serinliğinde yenenidir. Güneş, henüz yüzünü göstermemiş; karanlık, ince bir saten gibi dağ ve tepelerin üzerinde dururken, ağzınıza attığınız ve bizim “balma” dediğimiz parmak büyülüğündeki beyaz dutlar, boğazınızdan başlayarak bütün vücudunuza şerbet şelale gibi yayılır. Artık uyanıksınız. Fakat bir şeyi bilmeniz ve buna saygı duymanız lazım. Bu lezzetin bir çentik üstünü, henüz orayı terk etmiş olan ve arkasında, bir nişane gibi, dışkısını bırakmış olan tilki yaşamıştır. O tilki ki, yakından baktığınızda hafif allık sürmüş gibi tüy uçları kızarmış, kuyruğunu, siyah ceket cebine konmuş beyaz bir mendil gibi tiril tiril taşıyan, sivri çeneli ve biraz da Hacivat hicvinde bir güzelliktir.

Tilki ve insan ortaklığının bu lezzeti, bütün çocukluğuma damga vurmuştur. Sonra, zamana uyduk; büyüdük. Dünyanın her yerinin dut gölgesi kadar serin ve dut kadar lezzetli olmadığını fark ettik. Kanımıza matematik, fizik, edebiyat girdi… Ve bu kan, hepimizi götürdüğü gibi beni de aldı büyük şehirlere götürdü.

Ankara

Anakara’da dut ağacı aradığımı hiç hatırlamıyorum. Semt pazarlarında, tezgahlara dökülmüş dutlardan alır, gerisini hayal ederdim. Hayalimde dört ağaç, ağaçların dallarında arkadaşlarım, sahanın ortasında plastik top, kale olarak konmuş ikişerden dört taş ve gol olurdu. O golü yemişim ya da atmışım, hiç fark etmez. Asl’olan maçın kadrosunda olmaktı…

Üniversitenin ilk yılında, yani 1990 senesinde, Ankara Akay caddesindeki Ziraat Bankası şubesinden ilk öğrenim kredisi taksitimi almaya giderken, büyük bir öfke ve üzüntü içindeydim. Ağaçlarım satılmış, ağaçlarım kesilmişti! Yıllar sonra, bu satırları yazarken bile içim titriyor…

[ Bahçenin hepsi bizim değildi; ortaktık. Ortaklığımızın başladığı tarihten önce dikilmiş olan ağaçlar, bahçe sahibinin tasarrufundaydı. Bahçe sahibi, İstanbul’da yaşıyor ve o üç dut ağacına ihtiyaç duymayacak kadar variyetliydi. Haksızlık etmek istemem, satış daha çok, ağaçları almak isteyen saz ustasının ısrarıyla gerçekleşmişmiş. Ne fark eder, olan olmuş, üç ağaçla birlikte bütün bir çocukluk da kesilivermişti. ]

Ziraat Bankası şubesi, giriş katta, basık tavanlı daracık bir yerdi. Bir hayli sıra bekledikten sonra kredi taksitimi almış, dışarı çıkmış, yol kenarında trafiği bekliyordum. Elim, gayri ihtiyari cebime gitti, parmak uçlarım paraya dokunmuştu ki içimin titrediğini hissettim. Sanki paraya değil de dut ağaçlarımın herhangi bir dalına dokunmuş gibi oldum; ağladım mı hatırlamıyorum; ağlamışımdır. Cebimde duran öğrenci kredisinin bir kısmıyla bile ağaçlarımı kurtarabilirdim ama artık çok geçti…

Sonrasını hatırlamıyorum… Hikayem, Akay Yoku’şundan sonra, Ankara’nın anonim hayatının içinde kaybolup gitti. O yaz, memlekete vardığımda Durdu’nun Saz Evi’ne uğramayı düşünmedim değil. Gidip dut ağaçlarıma bakmayı, az buçuk saz çalabildiğimden belki bir iki tele de dokunmayı istedim fakat yap(a)madım. Elbistan’a gittiğimde gördüm ki saat beşten sonra şehrin kanı çekiliyor. Şehrim, Şar Dağı’nın tepesine boş ve devriye kontrollü caddelerle bakıyor. O yıllar memleketimde çok dut kesiliyordu. Benimkiler en azından bağlama olmuşlardı… Yasımı ve ağaçlarımı içime gömdüm… 

İnsanım… Hayatın acılarına katlanmak için yazmaya çalışıyorum; işe yaramıyor da değil. Değil de, acaba tilki ne yapmıştır? İşte bunu hiç bilemeyeceğim…

Dünyanın bütün (dut) ağaçlarına ve dahi tilkilerine duyduğum sevgiyle…

Hasan Sever

Zürih, 27 Ocak 2011

** Schulhaus Altweg’deki dut ağacı maalesef yıldırım düşmesi sonucu çatalından ikiye yarıldı. Bir akşam üstü iş dönüşünde fark ettim ki kesilmiş. Kesilmesinin üzerinden henüz bir hafta geçmemişti ki yerine yeni bir ağaç fidesi dikildi. Fidenin etrafında çok dolandım; yaprağı duta ama gövdesi dut gövdesine hiç benzemiyordu. Bir yıl sonra ne olduğu ortya çıktı: Belediye bir güzellik yapmış dut yerine yine dut dikmişti. İlk meyvesini geçenlerde tattım; ağır, güçlü, ekşice bir tadı var. Büyüyecek ve tatlanacak…  (14 Temmuz 2022)


* Gelin Gelin Anılar


Taşında toprağında boy boy ayak izim var
Kayasına kulağımı dayasam içinde sesim yankılar
Kaç kavak gövdesinde yara gibi büyüyen ismim var
Pınar başında kana kana su içen, suya eğilmiş aksim var
Bizim evin sokağı, hala benden çaldığı bilyeleri saklar
Kaç kış geçti üzerinden, kaç bahar
Hala durur mu ?
Annemin kafama fırlattığı taştaki kanlar
Kırk beşine merdiven dayadım
Leş kartalı gibi döne döne gelin, gelin gelin anılar

Her kış zemheride dam boyu yağan kar
Annemin ilmek ilmek ördüğü kilime benzer toprak, zil zurna bahar
Bütün yaz dalga dalga akan, altın buğday tanesi dolu başaklar
Düşümde ucundan çekiştirdiğim yıldız yıldız gökyüzü;
İçimdeki çocuk hala dam başında yorgansız yatar
Siyah önlük sıra sıra yaşanan karşılıksız aşklar
Hasretim büyür, her gün biraz daha sarı sonbahar
Siyahın saltanatını bitirmek üzere saçımda aklar
Leş kartalı gibi döne döne gelin, gelin gelin anılar

Dut ağacının en uç dalına tırmandığım zamanlar
Tatlısından anlardım en az bal arısı kadar
Ne kadar da ekşi olurdu dalından çaldığımız elmalar
Ya külde pişen patates, neden hep benim elimi yakar?
En küçüğünü kim ister ? Patates bitmeden, biten kavgalar
Daha da candan arkadaştık olurduk, o karanlık akşamlar
Matematik de yoktu, kuzuları saymak içindi sayılar
Elimde değil, tespih tanesi gibi düşüyor bir bir yıllar
Zaman azgın bir derya, bir bir batıyor kayıklar
Leş kartalı gibi döne döne gelin, gelin gelin anılar

K. Sever

http://www.antoloji.com/gelin-gelin-anilar-siiri/