Esaret (Özgürlük-2)

Özgürlük esaretle aynı madalyonu mu paylaşır? Havaya atılan bir para, özgür gelmezse esaret mi gelmiş olur? Her iki soruya da net bir yanıtım yok. Yalnız, bildiğim bir şey var; bu işin, yani özgürlük-esaret seçiminin, kumarı olmaz. “Ballı” zenginlik olur, “deliksiz” üç sayı atılır ama “haybeden” özgürlük olmaz; en azından şimdiye kadar olmadı.

ABD’nin 123 milyar dolarlık ihracatı ABD’nin özgürlüği müdür? ABD’den  123 milyar dolarlık silah satın almak Körfez Ülkeleri’nin esaretine mi delalettir? Bu işte, çifte özgürlük ya da tümden esaret var olamaz mı? Veya şöyle sormuş olayım: Her şey, önünde sonunda yüzde elli midir?

[Peşreve pehlivan gerek. Boks maçına başlamadan önce boksörler birbirlerinin gözüne bakar ya; işte maçın orada neticelendiği söylenir. Yani gerisi biz vahşiler için düzenlenmiş bir gösteridir; hükmü yoktur. Öyle ya göz göze kavgadan daha büyük kavga mı olur? Yalnız yazıdaki peşrevin, kavgadaki peşrevden farkı, okurun değil yazarın eksikliğine işaret etmesidir. Derim ki, dolayısıyla, gerisini de okuyun.]

Avrupa’da Almanca yayın yapan televizyon kanallarının iki ana belgesel konusu var. Birincisi, kadim ve her daim, İkinci Cihan Harbi ve onun özelinde Hitler. İkincisi, Körfez ülkeleri. Peki, körfez ülkelerinin belgesellere konu olacak ne tür maharetleri var? Yanıt basit: Para!

Dünyanın en büyük kilisesinin hangi ülkede olduğunu biliyor musunuz?

Daha temele inelim, niçin “en” “büyük” “yüksek” olmak istenir? Bu, neyin göstergesidir. Mesela Pakistan’ın başkenti İslamabad’taki Kral Faysal Cami, 5 bin metrekarelik alanı ve 70 bin kişilik kapasitesiyle, dünyanın, Guinness tarafından tescil edilmiş, en büyük camisi olmakla bize nasıl bir Pakistan portresi çizer? Tarihinin en büyük sel felaktini yaşayan Pakistan’ı “sağlama almak” için bu camiden kaç tane yapmak gerekir? Hadi bir “gomunistlik” yapıp soruyu meşrebime uygun sorayım. Pakistan’ı bu tür “muhtemel” felaketlerden kurtarmak için kaç tane Kral Faysal’dan vazgeçmek gerekir? 

Biliyorum, çok “ruhsuz” olmakla itham edilmenin sınırında geziniyorum. Pakistan’ı vuran “felaketle” ilgili her görüntü, bende şu tepkiye sebep oldu: “Atom bombasını sat! Sat o bombayı! Hem şu sıra alıcısı da çok, yüksek fiyattan gider ve sen bu parayla “insan gibi” bir ülke kurarsın. Gördün, o bomba seni sudan ve sudan ölümlerden kurtaramadı. Bundan daha büyük felaket olmaz ve “büyük felaket” için sakladığın o bomba bir b.ka yaramadı. Ne dersin? Var mı böyle bir niyetin?”

[Açıkta kalmış bir yaraya sineklerin üşüşmesiyle, “felaket” veya savaş bölgelerine, adı, “kızıl” ile başlayıp “haç” veya “ay” ile biten kurumların veya onların alt dallarını oluşturan “yardım” organizasyonlarının üşüşmesi ne kadar bir birine benziyor. Bir yarayı pansuman etmekle “maktulün ruhunu teslim almak” ve “katili beraat ettirmek” aynı mahkemede, aynı salonda ve aynı celsede ne kadar “muhteşem” gerçekleştiriliyor.]

Körfeze geliyorum. Ciddi bir araştırma yapmışlığım yok. Ekrandan ekranıma düşmüş görüntülerin bir yorumunu yapmaya çalışacağım. Anlayabildiğim kadarıyla tezgah, Hollanda, İngiltere ve Almanya ayaklarına sahip. Mühendislik, müteahhitlik ve finans üçgeninde dönen bu çark için evvela sonradan görme bir “şeyh” bulmanız gerekiyor. Ve yine görüntülerin göstermediğinden anladığım kadarıyla bundan o coğrafyada çok var. Çölün ortasına bina dikmek ya da denizin göbeğine ada kondurmak fantezisiyle yanıp tutuşan bu şeyhler, Avrupalı şirketler tarafından kolayca avlanıp, bina temellerine harç yapılıyorlar. Ve Avrupalı firmalar için bu bulunmaz nimet demek oluyor. Nasıl mı? Bir mühendis için kendini “sınırsız” test etme alanı, bir mühendislik firması için “kontrolsüz” proje mekanı ve bir müteahhit için ucuz iş cenneti…

[Bir zamanlar Türkiye sosyetesi “moda” olduğu üzere, şeyhlerin fantezi dünyasına (Şeyhland) tatile gidiyordu. Şimdilerde durum nasıl bilmiyorum. Giden müslüman, gidilen müslüman, vaziyet israf… Sonra o moda, yanılmıyorsam, umre seferlerine başladı. Açık gidip kapalı geliyorlardı. (Kapanan bir kadın, köle ruhumuzun tekrar dirilmesidir. Lanet olası o ruh kaç can taşıyor acaba? Devlet gibi, hiçbir yerde ve her yerde karşımıza çıkıyor. Bundan kaç numaralı gen sorumluysa bulup bedenden atmalı insan. Ve derim ki bilim, bir insanlık yapıp, evvela o geni bulmalı. Bulmalı, çözmeli ve değiştirmeli.) Şeyhlerin memleketinde kapanmalarına ilham veren ne bulduklarını bilmemekle birlikte, altına batırılmış otel odalarında “imana” geldiklerini söylüyorlardı. Altının önünde imana gelmenin müslümanlıkta “şart” olmadığını biliyorum zira söylenen, bir tek Allah’ın önünde secdeye varmanın makbul sayıldığıdır.] 

Bir insanın evini, mahallesini, şehrini, ülkesini ve dünyayı güzelleştirme çabasına laf edecek değilim. Bu işin, yani “en büyük” olma işinin ev, mahalle ve şehirle ilgili olmadığını en azından bu binalara yapılan harcamalardan anlamak mümkün. Geriye ne kalıyor? Sokağında dilencinin olduğu bir otelin muslukları altın kaplamaysa bunu nasıl açıklayacağız? Dünyanın en büyük burcunu diken şeyhin, çadırda dilekçe kabul etmesini nasıl yorumlayacağız? “Bu” diyordu şey “Atalarımdan kalma bir gelenek ve biz Araplar geleneklerimize çok bağlıyız” Geleneğin fotoğrafını çekiyorum: Kurulmuş devasa bir bir çadır, çadırın kabul odasına serilmiş halılar, o halıların en göz nuru olanının üzerine bağdaş kurmuş bir şeyh ve fukaralığın, emeğinden edilmişliğin vesikaları gibi sıraya girmiş bir sürü insan. Gelenek bu oluyor. Dilenmenin geleneği! İnsanı insan olduğundan utandıran bir çaresizliğin geleneği.

[Turistler için inşa edilecek bir ülkenin, müsaadenizle, ülkeden sayılmayacağını düşünüyorum. Çünkü turistin kendisi zaten sabun köpüğüdür. Tamam, geçici süreliğine, hayata “nerede akşam orada sabah” şeklinde takılınabilir ama bir hayat böyle yaşanır mı? Bir ülke, bir şeyhin fantezi alanı olmaktan çok daha öte bir anlama sahiptir. Bin1 gece masalları, acaba diyorum, böyle bir salaklığın artığı mı? Eğer öyle değilse, cahilliğimi bağışlayın…]

İşte o gelenek, ABD’den 123 milyar dolarlık silah satın alınca aklıma geldi. Bu silahlar kime karşı alındı? Sakın sıraya girmiş o “fukaraların” korkusundan olmasın! Ve bir soru daha: Arapların, şeyh çadırı önünde sıraya girmekten başka gelenekleri yok mu? Hani biraz arasak, çölün kumlarına gömülü halde, kızgınlığını, kumun kızgınlığından almış bir öfke bulamaz mıyız?

Bulsak ne iyi olur!

Hasan Sever

Zürih, 23 Eylül 2010


Özgürlük 1