Kuaför Saleh, Zürih dördüncü bölgede, Helvetia Platz’a yakın, Ankerstrasse’yle Müllerstrasse’nin kesiştiği noktada, eski yapı bir binanın giriş katında bulunuyor. Sırtı yerde büyük L şeklinde dizayn edilmiş dükkana, iki basamak çıkılarak giriliyor.
Zürih’te son iki yılda, özellikle dördüncü ve beşinci bölgede, neredeyse her köşe başına bir berber dükkanı açıldı. Gerçi hepsinin adında “kuaför” tabiri geçiyor ama memleketin ortalama berber dükkanlarından bir gıdım daha lüksler; hepsi bu. Ve bu berber dükkanlarının çoğunu Güney Kürtleri işletiyor. Kürtlerin bu zanaata düşkünlüğünü bilmiyordum; bunu öğrenmek bu güne hem de çok uzak diyarlarda nasipmiş.
Türkiye’de, en son 1990 senesinde berbere gitmiştim. Berber, Ankara Necatibey caddesinde, Hitit Güneşi’ni gören iş hanın iç dükkanlarından birindeydi. Dükkana, henüz “el alamamış” gençten biri bakıyordu. Koltuğa oturdum, delikanlı örtüyü üstüme serdi, saçlarımı arkadan parmak uçlarıyla hafif tutarak, “Nasıl olsun abi?” diye sordu. İşte bu, bu güne kadar henüz yanıt veremediğim bir sorudur; zaten berbere de bu yüzden gitmek istemiyordum. Ne desem, nasıl tarif etsem diye düşünürken delikanlı, “Abi tavuk göğsü yapayım mı?” dedi. O zamanların gözde saç modasıydı. Modaydı moda olmasına da adı tavuk göğsü değil “Tavuk Götü”ydü.
Ne dediğimi hatırlamıyorum; kuvvetle muhtemel ve hep yaptığım gibi söylenene boyun eğmişimdir. (Berbere boyun eğmemek mi! elde makas-ustura bulunduran biriyle neyin tartışmasını yapacaksın!) Yine böyle bir boyun eğişten sonra çektirdiğim “gençlik” fotoğrafım, hatırlayan dostlarımın “hala” taşkala konusudur. Vatandaş beni, zamanın, Ulus-Etlik arasında çalışan bitirim dolmuş şoförlerine benzetmişti. Tavuk Göğsü’nden sonra berber esnafıyla olan ilişkim bitti ve bu ayrılık neredeyse yirmi yıl sürdü.
Hare Dize dünyaya gelip, evde saç kesme yasağı ilan edilince, mecburen, bu ayrılığa bir son vermem gerekti. Önce yolumun üstünde bulunan bir Kürt kuaföre gittim. İzzet ikram o biçim. Ama dükkana eleman dayanmıyordu. Her gittiğimde bir başkasına kelle uzatıyordum. Berber esnafı birbirinin kusurunu kapatan cinsten değildir. Her seferinde, Türkçe’ye şu şekilde çevirebileceğim diyaloglar yaşandı: “Abi kim kesmiş senin saçları, hani neredeyse … rezil etmişler.” Her ne kadar berbere yolum düşmese de, devlette süreklilik gibi, berberde de sürekliliğin şart olduğunu bilmiyor değildim ama neylersin. Baktım olmayacak, yeni bir yer aramaya başladım. Benim gibi muhafazakar biri için bu hiç de kolay olmadı; bağrıma taşlar bastım ve tavsiye üzerine Kuaför Saleh’e gittim.
Dükkan kalabalıktı. Yan yana konmuş dört berber koltuğundan sadece biri boştu. Hoşgeldin, hoşbuldum girizgahından sonra o boş koltuğa, ince bıyıklı, esmer, herkesin bir tanıdığına benzeteceği tipten, bizim köylü, şarkısı yanağında biri tarafından davet edildim. Koltuğa kuruldum, boynuma bir bant gerildi, üstüme örtüm örtüldü ve o meşhur soru soruldu. “Nasıl olsun?” Bu sorudan kurtuluş yok değil mi? ”Klasik, standart, her taraf aynı eşitlikte, no model” dedim. Ne olur ne olmaz diye bunları bir kez daha tekrarladım. Vatandaş tutar “coni traşı” yapar milletin içine çıkamayız. Neyse, derdimi anlayan berber, elde makine saçlara, dilde soru sohbete yandan bir giriş yaptı.
(Almancadan çeviriyorum) “Portekizli misiniz?” İtalyanlara çok benzetilmişliğim var ama Portekizlilere ilk oluyor “Hayır” dedim. Biraz şaşırdı; zira soruyu öylesine, yanıtını bildiğinden emin, mutlak bir keskinlikle sormuştu. “Kürdüm” dedim; altın vuruş oldu. Makineyi durdurdu, aynada yüzüme baktı, gözümde gözlük olmadığından suratını tam göremedim ama şaşkınlığını hissedebildim. “Nereden?” diye sordu. Öyle ya bir Kürdün Kürt olduğunu söylemesi yetmez bir de yerini söylemesi lazım, mesela bir Fransızın, İngilizin böyle bir sorunu yoktur. “Kürdistan’dan” dedim, bu platin vuruş oldu çünkü genel temayül Irak, İran, Suriye veya Türkiye demektir. Yapmak istediğimi yapmış, berberimi mutlak bir şaşkınlığın içine yuvarlamıştım. Elini işten çekti, az önce çalıştırmaya başladığı makine boşa dönüyordu, karşıma geçti; ben, aynanın önünde duran gözlüğümü alıp taktım, göz göze geldik. Etnik damarı kabarık olmayan benim karşımda, bütün suratı şaşkınlıkla sevinç arasında gidip gelen, bir Kiarostami Kürdü duruyordu. Hey gidi kalbimin yarısı, ne de çabuk mutlu olur! (Kürtçe’den çeviriyorum) “Bira, hangi Kürdistan’dan?” Doğru ya, o da parçalı. “Türkiye, Kuzey Kürdistan” dedim. “Memnun oldum, memnun oldum, ve Türkçe, merhaba, nasılsın?” dedi.
Eritre’nin hatırı olmasa hikayeyi noktalardım; zira siyaset ve edebiyat sezgilerim, bu kısa diyalogda bir hazine yattığını söylüyor…
Bir sonraki bölümün mekanı yine Kuaför Saleh ama mevzusu Eritre Kürtülüğü olacak…
Hasan Sever
Zürih, 1-3 Şubat 2011