Kuaför Saleh & Eritre Kürdü – II

Zürih, Şubat 2011

Berberimi bulmuştum. Saleh’e gide gele birbirimizin cümlelerini öğrenmiş, iletişimimiz daha bir akıcılaşmıştı. Yine de benimle Kürtçe konuşurken, mümkün mertebe yavaş ve tane tane konuşuyor, anlamadığım kelimeleri Almancayla kapatıyor, ben de hem tıraş olmuş hem dil kursu yapmış oluyordum. Malum, Maraş Kürtçesi, deforme bir Kürtçedir.

Geçenlerde yine yolum Saleh’e düştü. Günlerden Cumartesi, vakit öğleye çalıyordu. Dükkana girdim, kimsecikler yoktu. Gençten biri koltuğa oturmuş, saç kurutma makinesiyle paçasını kurutmaya çalışıyordu. Selam verdim, neredeyse ilgilenmedi. İçerden, personel odasından, yemek kokuları geliyordu. Eğer burnum yanlış koku almamışsa yemek menemendi. Derken içerden, daha önce görmediğim biri çıktı. Beni koltuğa buyur etti. Bant, örtü derken içerden Saleh’in sesi geldi. “Hasan, gel, yemek hazır!”  Şaşırdım. Beni nereden görmüş olabilir ki, diye düşünürken, paçasını kurutmaya çalışan delikanlı, ağzında yuvarladığı ve gövdesini içerde tuttuğu bir Kürtçeyle “geliyorum” dedi. Adaşımmış; kalktı yemeğe gitti.

Hazırlıklar bitmiş, sıra soruya gelmişti. 

Ya Saleh, nerelerdesin sen, şimdi bu Afrikalı olduğunu düşündüğüm dostum bana “nasıl olsun?” sorusunu soracak diye düşünürken, delikanlı, Almanca, “nasıl olsun” dedi. “No model, überall gleich” şeklinde “yüksek” bir Almancayla yanıt verdim. “Tamam” dedi ve işe koyuldu. Aradan biraz zaman geçmişti ki içerden Saleh’in sesi yükseldi, yine şarkı söylüyordu; yemek bitti zahir. Çok geçmeden de kapıdan göründü. Gözümde gözlük olmadığı için tam göremedim ama sanırım beni aynadan fark etti. Şarkıyı kesti, aynı yüksek tonla, “Ohoo, Kek Hasan, tu bi xêr hatî , nasılsın?” Kek Kürtçede “Ağabey” demek. Saleh, anlaşılan, bana,”abi”liğin yanında bir de Türklük yakıştırmış; eyvallah. “Afiyet olsun” dedim, teşekkür etti ve tıraşımı yapan çocuğa, Almanca, “Damat tıraşı yap. Hem Kürt, hem de muhasebecidir” dedi. Ben,” Saleh, sanırım ikincisi burada daha kıymetli” dedim, güldük. Tam arkasını dönmüş, oturma köşesine gidiyordu ki döndü. “Kek Hasan, bu Eritre Kürdü ha” dedi. Hiç güleceğim yoktu, gülmekten gözümden yaşlar geldi. Gülme krizimin bitmesini bekledikten sonra, “Vallahi, geçenlerde biri bana nerelisin diye sordu, ben de İsviçre Kürdüyüm dedim.” Ya Saleh, sen çok yaşa, Kürdün her  taraflısını duymuş ama Eritreli olanını duymamıştım.

Diyalog, birden, Eritreliyle Saleh’e geçti. Belli ki mevzu daha önce konuşulmuştu. Saleh, “Bilmiyor olabilirsin ama sen Kürtsün” dedi; yarı şaka yarı ciddi. “Hem söyle, Kenya’da, az aşağınızda yani, Kurdovan diye bir eyalet yok mu? Kurdovan ne demek? ‘Kürt burada’ demek. Öyle değil mi Kek Hasan?” Hiç beklemiyordum. Saleh benden olur değil onay istiyordu fakat ben, metanetimi korudum, “Bilmiyorum” dedim. Demez olaydım, esaslı bir “etimoloji” dersi dinlemek zorunda kaldım. Bu yakıştırma işine daha evvel de şahit olmuştum. Bizim kimi Türklerin, Kastamonu’dan, “Kastın neydi Monu”yu türetmeleri misali; bizim kimi Kürtler de bütün dillerin Kürtçenin bir formu olduğunu düşünüyorlar…

Saleh, baktı beni ve Eritreliyi ikna edemeyecek, sanki hiç tartışmaya girmemiş gibi, demin kestiği şarkısına kaldığı yerden devam edip gitti. Berberimle baş başa kaldık. “Adın ne?” diye sordum, “Robin” dedi. “Öyle mi? Robin, İngiliz ismi.” “Hayır” dedi gayet sakin “Latin kökenli” Kızdım kendime. Her şeyi ilk gördüğü yerden sanma cehaletine ben de düşmüştüm. Artık bunu uygun bir yerimde muhafaza ederim. “Müslüman mı Hıristiyan mısın?” diyerek sohbeti devam ettirdim. “Yarı yarıya” dedi. Haydaaa. “Nasıl?” dedim şaşkınlığımı gizlemeden. “Babam Müslüman, annem Hıristiyan” diye yanıt verdi. “Bu oluyor muymuş?” dedim. “Oluyor ama zor. Babam şimdi komünist.” Diyaloğun anaforuna kapılmış bir sersemlikle “Ben de komünistim” dedim. Berber hiç etkilenmemiş bir tavırla devam etti, “Babam Hıristiyan biriyle evlendiği için önce ailesini terk etmek zorunda kalmış çünkü onlar, babamın kültürlerini bozduğunu söylüyorlarmış, sonra da yaşadığı şehri. Babam da bunun üzerine dini bırakmış, komünist olmuş.” “Ne iyi etmiş” dedim içimden, artı iki…

Tıraş bitti. Koltuktan kalktım, hesabı ödeyip çıkışa yöneldim. İçerisi dolmuştu. Saleh’e hoşçakal demek için o tarafa döndüm ama Saleh müşterisiyle koyu bir sohbete dalmıştı. Elimi tam kapı koluna uzatmıştım ki arkadan bir ses “Kek Hasan, güle güle, ayağın uğurlu geldi” dedi. Döndüm, güldüm.

Sokağa çıktım. Hava ayazdı. Montumu sarınırken, kendi kendime, “Komünistin uğuru ha!” dedim ve şehre karıştım…

Hasan Sever
Zürih, 1-3 Şubat 2011