Ulusların Kederi!

Kararmış bir sonbahar gününde iniyorum şehre. Limmat şehri kapatmış göğün perdelerini, yağıyor. Tramvay camına çarpan yağmur damlaları, tramvayın hızını ele verircesine, yere bir paralellik gayretinde süzülüp akıyorlar aşağıya. Tramvay şehir merkezine yaklaştıkça kalabalıklaşıyor ve hat karakterinden arınıp herkesin oluyor. Zürih tren garının üniversiteye bakan tarafındaki durakta inip Central’e yürüyorum. Gayem, Central’den Polybahn’la ETH’nın terasına çıkmak ve bu yağmurlu havada şehri seyretmek. Beynimde haber ekranlarının alt kısmında dönen haber bandı gibi durmadan, “Türkiye-Ermenistan ilişkilerini normalleştirecek olan protokol Zürih’te imzalanacak” anonsu dönüyor.

Evden çıkarken, özellikle bakmadım imzaların nerede atılacağına. Şehir ve siyaset içgüdüme güvendim; belki de yeniden sınamak istedim onları. Polybahn kapalıydı; alışık bir durum değil cumartesi günleri için. Acaba burada olabilirler mi diye düşündüm. Niederdorf sokağına girdim ve ilk döner kokusunu aldığım yerden sola saptım. Daracık sokak beni Polybahn köprüsünün altına çıkardı. Oradan karşıya geçip, müdavimi olduğum yoldan ve meşhur üniversite yokuşundan ETH terasına çıktım. Teras sakin ve yağmur çiselemeye devam ediyordu. Terasta iki canlı yayın aracı duruyordu. Evet buradaydılar. İlk denememde yeri bulmuştum.

Şehre baktım biraz. Kararmış çatıların şehri Turicum. Bir küçük, bir yeşil, bir hamak ve bir sessizlik halidir Zürih. Karşıda Üetliberg yer yer sislere batmış ama ötesi cam berraklığında Alp dağları. Habersiz, kaygısız ve tasasız geçiştiriyor zamanı şehir. Terasın altı öğrenci kafeteryası ve Zürih şehrinin en iyi otomat kahvesine sahip. Canım kahve çekmiyor; şehri istiyorum…

İki üniversite binasının arasındaki yol ve Zürih üniversitesinin şehre bakan alt girişi polislerce kapatılmış. Mavi arabaların içinde mavi tonu ağır basan üniformalılar güvenlik nöbetindeler. ETH’nın Tannenstrasse’ye bakan tarafından dolanıp Rämistarsse’ye çıkıyorum. Binanın önünden geçerken bina duvarına resmedilmiş bilim insanlarına bakıyorum. İçlerinde Einstein da var. Aklıma, Einstein’ın söylediği iddia edilen “Keşke Yahudi olmasaydım” sözü geliyor. 2. paylaşım savaşının bütün şiddetiyle dünyaya hükmettiği bir zamanda böyle demiş Einstein. Bende, kendisinin bu duygusuna paralellikler arz eden cümleler var ama bunlar bu yazının cümleleri değil; geçiyorum. Rämistarsse’nin Üniversite Hastanesi tarafına güvenlik barikatı çekilmiş ve insanlar bu barikatın arkasında toplanmış nümayiş ediyorlar.

Zürih üniversitesinin ana giriş kapısı protokol için hazırlanmış, etraf takım elbiseli güvenlik ve organizasyon görevlileriyle dolu. Kulaklıkları çıkardım, Duman’a ara verdim. Bu çocuklar Rock’ın kokusunu almışlar; belli. Umarım bunu bir gün bir banka reklamına satmazlar. Çocuklar! her ne kadar yalnız durmak ve yalnız beslenmek meşakkatliyse de, lütfen bunu bir eziyet gibi görmeyin. Eğer bir gün Rock yapamadığınızı görürseniz dönüp bakıp arkanıza, tekeller aklınızı almıştır muhakkak! Sessizdi insanlar. Ortalama bir Avrupa nümayişi. Sloganlar daha ziyade pankartlara aktarılmış ve üç dilde meram anlatıyorlar. Ermeniler çoğunlukta. Ve belki de hepsi Ermeni veya Ermeni taraftarı. O kalabalıkta fark etmedim ama daha sonra televizyon ekranlarında gördüm. İki de Türk talebe varmış; geleceğin diplomatları…

Haber bandı durmadan dönüyor beynimde: “Türkiye-Ermenistan ilişkilerini normalleştirecek olan protokol Zürih’te imzalanacak”. İlişkilerin normalleştirilmesinden bahsedildiğine göre şu anda normal olmayan bir durum olmalı. Ermenistan ile Türkiye arasında ilişki var mı? Bu bir soru. Eğer varsa, bu ilişki neden normal değil? Hadi bir de şöyle soralım: Normal ilişki ne demek? Kime göre, kimin için normal? ABD’nin “ihtiraslı” Dış İşleri Bakanı, Fransa’nın “Sarkozy seçmesi” Dış İşleri Bakanı, Rusya’nın “Putin suretli” Dış İşleri Bakanı, Avrupa Birliğinin “Başabakanı”, Türk Hariciye Nazırı ve Ermenistan Dış İşleri Bakanı toplanmış hangi ilişkiye yaka biçecekler! Şimdi hepsi, bir zamanlar bir dostumla birlikte “Öcalan’a Özgürlük” adlı bir bildiriyi üniversitede dağıtabilmek için izin istemeye gittiğimiz Rektörlük binasındalar. O izni alamamış, bu da bizim ilk ve tek legal siyaset yapma girişimimiz olarak kişisel tarihlerimize geçmişti. Rektörlük dönüşünde dostum bana dönüp “Yoldaş, bunlar çok güzel ret ediyorlar” demişti. Şimdi bizim ret edildiğimiz o binada Ermeni-Türk ilişkileri normalleştirilecek! İnanalım mı?

Bir sorun varsa ona dair iki yol vardır. Yollardan biri sorunu çözmek, ikincisi ise o sorunla birlikte yaşamayı öğrenmektir. Birincisi mazoşist, ikincisi sadist eğilimlidir ve her ikisi de çözüm ahlakını dışlamaz. Bunlar, Filistin-İsrail “sözüm ona” barış anlaşmasının imzalandığı Oslo Anlaşma’sına kadar geçerli tezlerdi. O anlaşmayla birlikte bir üçüncü yol keşfedildi ve bu yol günümüz sorunlarına sorun katmaktan başka bir işe yaramadı. Bütün hükmüyle geçerliliğini devam ettiren o yol, sorunu yozlaştırmak (yazmamak için kendimi çok zorladım ama başaramadım), piç etmekti. Bütün “piç” diye addedilen insanlardan özür diliyorum. Derdim toplumun onlara vermiş olduğu “aile dışı” cezasını tekrarlamak değil, acemiliğimden henüz yerine bir kelime ikame edememiş olmamdır. Oslo görüşmelerinin sonunda objektiflere yansıyan fotoğraf hala canlıdır kafamda. Bulut bulut olmuş bir yüz, göz halkaları yorgunluktan morarmış ve gözbebekleri ha patladı ha patlayacak bir Arafat duruyordu karşımızda. Ve o Arafat, şifresini biz insanların bildiği bir sessizlikle “Siz, halkımın acılarını, insanlarımın bunca çilesini, namlulara nişan olmuş çocuklarımı yok saydınız! Siz, benim acıma saygı duymadınız! Siz, bütün bir halkı maroken kaplı bir dosyanın içindeki beş on sayfaya gömdünüz!” diyordu da çaresiz bakıyordu etrafına…
Arafat’ın gözlerindeki Filistin!

Tarih, Arafat’ın yorgun gözlerinin farında yol aldı. Ne barış geldi Kenen Eli’ne ne de “şeker yiyebildi” çocuklar. O anlaşmadan sonra mesele büsbütün içinden çıkılmaz bir hal aldı. Çünkü meselenin membası köreltilmiş, nehrin yatağı değiştirilmişti. Kim ne istediğini, nereye varmak gayesinde olduğunu şaşırmış, meselenin sadece kör şiddet tarafına angaje olmuştu. İsterseniz bir açıp bakın Filistin haritasına. Eğer o harita çözüm diye insanların önüne konabiliyor ve biz yirmi birinci yüzyılda, evrim sürecimizin esaslı bir Chapter’ını geride bıraktık diyorsak, o Chapter’dan kaldık demektir. Yalan söylüyoruz! Durmadan ve içimiz kan ağlasa da “Kralım elbisen çok yakışmış” diyoruz. Yazık!

Aznavour’un gözlerindeki Ermenistan!

Zürih Üniversitesi’nin ana girişinin tam karşısındayım. Haber bandı durmadan dönüyor beynimde: “Türkiye-Ermenistan ilişkilerini normalleştirecek olan protokol Zürih’te imzalanacak.”  Ararat’ın iki eteğinde iki halk. Biri kalbimin yarısı, diğeri hüznümün aynası. Kodamanların şifreli çantalarında birer dosya olarak giriyorlar üniversite kapısından içeri. Hayra yormam, yoramam. Bu kadar çok güç toplanır da oradan insanlığa bir güzellik çıkar mı hiç. Oslo’da bir taneydiler, burada Fransa, Rusya, AB ve onun D’li takviyesi; bir sürüler. Bu kadarı bir araya geldiğine göre ganimet büyük demek ki. Kimse dönüp yahu bunların sıkıntısı neydi diye sormuyor. Çok akıllılar ya, sorunu dillendirmedikleri zaman çözmüş olduklarını sanıyorlar. Korkarım bu işi de Filistin-İsrail çözüm(süzlüğ)üne benzetecekler. Ve bizler yine, bunların uğradığı bütün kuyularda mesai tüketmek zorunda kalacağız.

Mesele ortada ve her nasıl becerilmişse becerilmiş, üstü kapatılmış bir çınar ağacı gibi zamana yoldaş duruyor. Adı mı? Soykırım… Meselenin membası burası. Bu membadan ari içilecek her yudum su “Kara Su”dur; şişkinlik yapar ve susatır. Bir zamanı da böyle yaşayalım diyecek lüksü yok insanlığın. Çekilmiş acıların, yerinden yurdundan edilmişliğin ve uzak diyarlara ölüm damgasıyla postalanmanın bir başka adı var mıdır? Varsa bile değiştirilmiş adlar listesindedir; soysuzdur. Ermeniler vazgeçse bile insanlığın bu davadan vazgeçmemesi icap eder. Bir halkın acılarının üstünden enerji boru hatlarının geçmesine göz mü yumacak insanlık! Bu telaş, bu törenler, bu utanmazlık seremonileri hangi halkın yarasına ilaç ola ki!

Halkları demiyorum. Hiçbir halk bir başka halka, hem de kapı komşusu olana, eziyet çektirmez, çektirmemiştir de. Nazi Faşizmi’nin günahlarını aklı başında hiç kimse Alman halkına mal etmedi. Bu işte halkların parmağı yok ama yine en çok acı çektirilenler onlar. Ararat’ın iki eteğinde yurt kurmuş hakların meselesi Zürih Üniversitesi’nde çözülmez. Eğer bir çözüm olsaydı Lozan’daki olurdu… Hele ki bugün masada çok daha fazla el varken…

Üniversitenin önünden Zürih gölüne doğru inmeye başlıyorum. Yağmur hala çiseliyor. Polis arabaları, güvenlik araçları geçiyor durmadan. Kantonsschule’den sağa sapıyorum. Kunsthaus müzesinin sağından eski şehrin sokaklarına dalıyorum. Arnavut kaldırımlı yollarda yağmur taneleri patlıyor. Sağlı sollu antikacı dükkanları sıralanmış, dükkanların üst katında cumbalar taşmış sokağa. Can Yücel’in davudi sesi dolanıyor kulaklarımda: “Fatmanım cumbadan çarşaf silkiyor yine / Ali dumdum anasına sövüyor saatlerdir”. Buralar sessiz oysa. Cumartesi akşamına hazırlanıyor gençler. Kimsenin umurunda değil toplananlar. Sanat galerilerinin kapısında smokinli erkekler, tiril tiril kadınlar ellerinde şarap kadehleriyle sigara arasındalar.

Lenin’in kaldığı sokağa yakın geçiyorum. Oraya sapmıyorum. Bugün Leninist havamda değilim. Ulusların kaderi, diyorum kendi kendime, kederinden başka nedir ki! Kulağımda kulaklık yine, Duman dinliyorum. “Halimiz duman” diyor çocuklar. Vaziyetimize uygun diyorum. En çok Rock dinlerken hüzünleniyorum. Halbuki “dava” müziğidir; 68 Kuşağı’nın armağanıdır. Elektrikli gitarın yüksek voltajlı müziğidir. Benim coğrafyamın çok uzağında şekil bulmuştur. Ne bir bağlama gibi tane tane, ne de bir Duduk gibi iç kıyıcıdır ama dinleyene müziktir; en hasından…

Odeon’un  önünden geçiyorum. Göle varıyorum. Zürih gölü pul pul. Tek bir martı yok ortada. Gölün üstüne bir bakış atıyorum; pike yapmış bir tayyare misali. Alp dağları gelip duruyor karşımda. Berisinde bulutların halkası, ötesi kar ve heybet. Ne kadar uzak, ne kadar yakın, ne kadar beyaz ve ne kadar kara duruyorlar orada. Dağ olup İsviçre’de olmak varmış. Ne bir bomba patlar koyaklarında ne de bir çığ alıp götürür dedeni. Büyük bir haksızlık hayatın bize pay ettiği. Üç adım yukarıda Ararat’ın çilesi pay edilirken, Alplerin bu huzuru dokunmuyor değil insana. Belki bir gün diyor insan; henüz ölmediğimize göre, bir gün hep beraber tırmanıp doruğuna Ararat’ın, Nuh Nebi’den kalma ne kalmışsa ortakçılığa dair, alıp düzlere iner miyiz! Ve pay eder miyiz bütün bir dünyaya! Ne güzel olur…

Yağmur yağıyor hala. Haber bandı durmadan dönüyor beynimde: “Türkiye-Ermenistan ilişkilerini normalleştirecek olan protokol Zürih’te imzalanacak.” Göl boyunca, Bürkliplatz’a doğru yürüyorum. Tramvay duraklarında anonslar geçiliyor; Rock’a karışık duyuyorum: “Zürih Üniversitesi’ndeki imza töreni vesilesiyle, o taraf giden bütün tramvaylar başka hatlar aktarılmıştır”. Bunu çok iyi yapar İsviçre. Çok güzel organizasyon yaparlar; saatleri gibi işler her şey. Hem sonra her detay bir muhasebe işidir. Kar-Zarar, Çek-Senet hepsi hesap edilmiştir. İsviçre için bu toplantı, Zürih Üniversitesi’nden Paradeplatz’daki Savoy oteline kadarki güvenlik, trafik ve mesai saatleridir… Benim için öyle değil ama… O yol benim içimden geçiyor.

Eve dönüyorum. İsviçre televizyonları milli maça bağlanmış; sıradan bir Cumartesi. Türk televizyonları canlı yayında. İmza töreni için anı anına yorumlar yapılıyor. Derken bayan Clinton’un toplantıya katılmayacağı haberi geçiyor ajanslardan. Arkasından Nalbandyan’ın imzaya yanaşmadığı haberi geliyor. Türk yorumcular temkinli; numara yapıyorlar, diyorlar. Canlı yayına telefonla bağlanan AKP’li bir mebus “Ermenilere bir husumet güttüğüm yok ama bu tür devletlerde diplomasi geleneği henüz oluşmadığından ne yapacaklarını pek bilemiyorlar” yollu bir değerlendirmede bulunuyor ve ben televizyonu kapatıyorum.” Öldürüldüğün yetmiyor, bir de dalga geçiliyor acınla. Sadece hicap duyuyorum. O mebus Türk halkını temsil ediyor diyorlar ya, külliyen yalan. Bunların halkla bir ilintileri yok.  O cahil mebus, tarihi malumatını lise tarih kitaplarına mahkum etmeyip, en azından, o çokça övündüğü Osmanlı hakkında bir iki tana tarih risalesi okusaydı, böylesine bir cehalete maruz kalmazdı. Cehaletine lafım yok; yakışanıdır. Mesele oturtulduğu posttadır…

Nalbandyan’ın gözlerindeki Ermenistan ve Türk Hariciye Nazırının ifratı!

Gece bülteninde gördüm Nalbandyan’ın yüzünü. Ne kadar da benziyordu Arafat’ın yüzüne. Korkarım tarih bir müddet de Nalbandyan’ın gözlerinin farında yol alacak. Ve dönüp dolaşıp yine kör kuyularda eğleyecek Yusuf’u. O kadar sabrı var mıdır insanlığın? Olmasa iyi olur, hem de çok…

Türkiye-Ermenistan ilişkilerini normalleştirecek olan protokol Zürih’te imzalanmış!

Hasan Sever
Zürih, 10-11 Ekim 2009