“Gökyüzü olmazsa hepimizin yüzü düşer.”
–Hasan Sever (2015), Birazcık Halil, s. 91.
Kitaplar vardır, okuduktan sonra içinize işler. Bir süre tıkanır kalır, bir sonraki okuyacağınız kitaba geçemezsiniz. Bu süre zarfında, kimi kez kitabın konusu kafanızı kurcalar, ya kurgusunun dolambacında dolanır durursunuz, ya kişileri ete kemiğe bürünüp zihninize yerleşirler, ya da küçücük ayrıntıları, üzerine git gide büyüyen bir büyüteç tutulmuş gibi, koskoca olaylara baskın çıkar; her şey soluklaşıp silinirken geriye bir tek onlar kalır.
Kalanlar gidenlere ağır basar, zamanla büsbütün somutlaşır, sonra bir gün bir sokakta, bir parkta, bir taşıtta, ya da bir alışveriş kuyruğunda siz beklerken burnunuzun dibinde bitiverirler. Önce şaşırır, gördüklerinize inanamazsınız, sonra çok tanıdık oldukları duygusuna kapılırsınız. Bu beklenmedik karşılaşmalar git gide sıklaşır, derken, ama canlı, ama eşya, bir sürü tanıdığınız olmuştur; kalabalıklaşırsınız. Yaşadığınız düpedüz bir zenginleşmedir. Halinize şükredersiniz. Ben bu duyguları, Birazcık Halil’i okurken ve sonrasında, tekrar tekrar yaşadım. Eğer kitabın iyisini bir bakışta seçebilmesiyle övünen bir okur olarak ben, üstelik adı da bu kadar iddiasız ve eşsiz güzellikte olan bu kitabı, yayımlanışının üzerinden neredeyse on yıl geçtikten sonra okuduysam bu da benim ayıbım. Bunu da buraya koyalım, bir kenarda dursun.
90’lı yıllar
Ben burada 90’lı yılların bir kesitini en güzel yansıtan kitapların başında gelen, bir o kadar da kimi ilk kitaplara özgü tazeliği buram buram tüten Birazcık Halil’i ne kapsamlı bir edebiyat eleştirisine konu edineceğim, ne de uzun uzadıya özetleyeceğim. Birincisini yapmaya kalksam, bu işin kolayına kaçmak olur, çünkü iyi kitabın eleştirisini yazmak marifet değildir, ikincisi de, durduğu yerde ayrıntılarıyla katmanlaşan ve çoğalan bu kitaba haksızlık etmek olur. Boyumdan büyük bir işe kalkışmayı da hiç istemem. Ben burada kitabın bana seslendiği, daha doğrusu ‘dokunduğu’ birkaç yerinden birini sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu yoldan ilerlersek, kitabı değil ama ne demek istediğimi daha iyi anlayacağınızı umuyorum.
Yazar bu kitabında sıradan ama çok farklı insanları, alelade yerleri, çok kolay gözden kaçabilecek kadar önemsiz eşyaları, ya da birkaç sözcüğün olanca yaralayıcılığını veya dokunaklı güzelliğini, kimi zaman ince ince bezeyerek, kimi zaman da birkaç kaba ama fazlasıyla yeterli kalem darbesiyle okuyucusuna sezdirebiliyor. Yazarın irili ufaklı, önemli önemsiz insanları, kafamızda bir daha kolay kolay silinemeyecekleri kadar yer edinirken, herhangi bir köşebaşında önümüze çıkabilecek kadar da gerçek oluyorlar. ‘Annesiyle başlayan bir cümlesi hiç olmamış,’ ‘küçük ve kendisinin olan bir hayata dünden gönüllü’ ama ‘sayfa sayıları karışmış bir kitap gibi’ yaşayan, köksüz, göçebe, içinde ‘hiçbir şey biriktiremeyen,’ başkalarında bulduğu ‘dağılmış parçalarını toplayamayan,’ bütün hayatı ‘sonbaharda geçen,’ ‘vardığı hiçbir istasyon, havaalanında bekleyeni olmamış,’ gittiği hiçbir şehirde ‘ayakkabı eskitecek kadar kalamayan’ Halil’in kendisinden başlayarak bu insanların neredeyse tümü, ‘talihsiz bir coğrafyadan’ savaşların, sürgünlerin, göçlerin oradan oraya savurup sürüklediği, ezilip bükülmeye zorladığı, yeri geldiğinde hikayelerini anlatan ya da anlatılmaya değer hikayeleri olan, dayanıklı ama bir o kadar da sırası gelince kırılgan, ama gene de kendi hikayesini omuzlayıp taşıyan ‘kadersiz’ insanlar.
Frau Basler
Üzerinden koca bir savaş geçmiş, bu deneyimle çeliğine su verilmiş, buna rağmen de hep aynı şehirde her türlü yokluk hikayesini yaşamış, ‘içinde bir ateş denizi’ barındıran, köpeğine savaştan dönememiş sevgilisinin adını verip onca soğukta cazla ısınmış, Goethe’den şiir alıntılayacak kadar hümanist, her insanın ikinci bir şansı hak ettiğine inanacak kadar hoşgörülü, uyuşturucudan hapisteki Halil’i bile doğmamış çocuğunun yerine koyarak bağrına basabilen bir Frau Basler, kendi halinde bir Ana Tanrıça’ya özgü asaletiyle, William Faulkner’ın o unutulmaz ve sürükleyici destansı karakterleri gibi, savaş sonrası Alman edebiyatında belki de Wolfgang Borchert’in kahramanları dışında bir eşi benzeri daha bulunamayacak kadar keskin çizgilerle belleğimize kazınıyor.
İnsan Manzaraları
Öte yandan, Halil’in sevgilisi ve kendisi gibi uyuşturucu bağımlısı ettiği silik ve ezik Brigitt, mahkemede ağzından çıkan bir tek ‘ein bisschen’ ile yalnız Halil’in hayat çizgisini belirlemekle kalmıyor, bu sözleri roman boyunca hatırlanarak ve ağızdan ağıza ve dilden dile dolaşarak kitabın adından sonuna kadar her yana doğru yankılanmayı sürdürüyor. Halil’in babası Alamancı Hacı Kantarcı, geride kalan bir mezar taşından ibaret annesi Menekşe Kantarcı, sonra Niyazi Amca, sırası gelince bir ‘Yunus’ olarak da karşımıza çıkan tepeden tırnağa Karadenizli, “Bütün denizlerimiz bok kokar olmuş” diyerek kendi serüvenini Küba’ya kadar uzatacak olan Laz İlyas, Halil’in teyzesi, bacısı, sonra kendini marketçi sanan ‘bir yüzü esnaf gibi ağlamaklı,’ ‘Katim mi Abuzer’ adını taktıkları bakkal, Mulla ve Arnavut asıllı kız arkadaşı Feraye, Nahit, şair ruhlu pavyoncu Beyaz Kamil, ‘kadersiz’ Duran Abi, halı tamircisi Fikri Usta, Doktor Ali Bey, Halil’in ‘hikayesini nereye koyacağını bilemediği’ kendisine H.I.V. bulaştıran Azeri sevgilisi Telnaz, sığınmacı Mecnun, Rıza, televizyon ekranında savaş haberleri izlemeye kendini kaptırmış İbrahim Amca, oğlu Mehmed öldürüleli beri ‘tepeden tırnağa acı’ kalan ve ‘acısını da bohçalayarak Zürih’e taşınan Döne Teyze, ve daha niceleri bu halkaları alabildiğine farklı, konusu gereği hareket halinde ve dağılmaya elverişli kitabı bir arada tutan insan zincirini oluşturuyor. Burada, hem paylaşmayı sevmediği hikayesi hem de karakteriyle Halil kadar önemli, ona hem benzeyen hem de farklı, onun ‘öteki’si olan, ‘isterse Yılmaz olup Güney’den esebilecek’ kadar taklitçi, ama son derece yaratıcı ve ‘hep hayatın ortasındaki’ Fevzi’yi (ve sonradan öğrendiğimiz Gülizar adlı sevgilisini) bilerek en sona sakladım. Bu hikayeyi merak eden alsın kitabı eline, okusun. Benim diyeceğim, yazarın Halil-Fevzi ikilisi ile okura kendisiyle yüzleşmesi için bir denek taşı sunduğu.
Sonuç niyetine
Edebiyat kuramcıları ve eleştirmenleri Gustave Flaubert’in ister istemez yarattığı ana karakter Madam Bovary veya Lev Tolstoy’un bir yere kadar Anna Karenina olup olmadığını yazar. Hasan Sever’in ne kadar Halil olup olmadığı elbette önemli bir soru, hatta kitapta yazarın, bir yerde anlatıcısı olan Halil’den bir süreliğine dışarı çıkıp doğrudan devreye girdiği ve sonra tekrar yerine döndüğü de dikkate alınacak olursa, bu durum büsbütün çetrefilleşerek önem kazanıyor olabilir. Ama benim burada söylemek istediğim farklı bir şey: Belki de ilk kez bir kitabı okurken, ben kendi kendime Halil’e mi yoksa Fevzi’ye mi daha çok benzediğimi sormadan edemedim. Halil’i çok benimsedim, çok sevdim, ona çok hoşgörülü yaklaştım, ama tekrar tekrar Fevzi’ye daha çok benzediğime karar verdim. Bunun da açıklamasını yine romanın içinde buldum: “Fevzi, duygusaldı ama dokunaklı bir mizah zırhının ardında duruyordu…” Bu soruyu bana sordurmak bu yazarın başarısı oldu. Eğer Fevzi ile Halil’i bu kadar güzel çizerek hem benzetip hem de ayrıştırmasaydı, ben de gene bu soruyu kendime sormazdım diye düşünüyorum. Yazarın sayesinde kendimi de daha iyi tanımış oldum. Bu bana özgü bir durum olmasa gerek. Başka her okur da, bu insan malzemesi çok zengin olan kitapta, ister istemez kendisi için bir mihenk taşı, bir ölçüt, ya da bir ayna olabilecek en az bir kişiyi bulacak.
Özetle, arkadaşım olduğu için söylemiyorum, Hasan Sever daha bu ilk kitabıyla dar kalıplara sığdırılamayacak kadar iyi bir yazar. Bundan sonra ilk işim, ikinci kitabı Su Duydum’u okumak olacak. Bu yazımı okuyanlar da, bu arada, eğer henüz okumadılarsa, Birazcık Halil’e biraz vakit ayırarak belki bir Hasansever olma fırsatını yakalayabilirler.
Eyüp Özveren
İstanbul, 6 Mayıs 2023
(1) Hasan Sever, Birazcık Halil. Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2015.
(2) Nâzım Hikmet adı kitapta sık sık geçtiği için, Memleketimden İnsan Manzaraları adlı çağdaş destan-şiir kitabından esinlenerek bu başlığı yeğledim.
Prof. Eyüp Özveren
1959 Ankara doğumlu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İktisat Bölümü 1981 Lisans mezunu. New York Eyalet Üniversitesi’nde yüksek lisans ve doktora (1990) yaptı. Aynı üniversitede Ekonomilerin, Tarihsel Sistemlerin ve Uygarlıkların Araştırılması için Fernand Braudel Merkezi’nde (Fernand Braudel Center for the Study of Economies, Historical Systems and Civilizations) görev aldı. 1991’den emekliye ayrıldığı 2018 yılına kadar Orta Doğu Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü’nde öğretim üyesi olarak ders verdi. İktisadi Düşünce Tarihi, İktisat Tarihi ve Kurumsal İktisat alanlarında yoğunlaştı. Bir kısmı iktisat ve edebiyat ilişkisi üzerine olmak üzere, çok sayıda yerli ve yabancı etkinliğe katılmışlığı ve yayını var. Akdeniz’de Bir Doğu (2000) adlı kitabı da iktisat ve edebiyat ilişkisi ile ilgilidir. İktisadi Düşünce Girişimi’nde başından beri yer almaktadır.
Link