Jean Giono’nun “Ağaç Diken Adam” hikayesini yeni okudum. Neredeyse yüz yıl arayla ve “doğu” “batı” farkıyla benzer bir karakteri yazmışız. Hikayeyi geç okumuş olmayı okur noksanlığıma ve yazar talihime yorup, bu yazıya vesile olan hikayeye geçiyorum.
Sevgili Eyüp Özveren Hocam, Su Duydum’u okuduktan sonra bana gönderdiği mesajda iki soru soruyordu: Birinci soru, üçüncü romanın tamamlanıp tamamlanmadığı; ikincisi de Jean Giono’nun “Ağaç Diken Adam” kitabını ve kitabın hikayesini bilip bilmediğimdi.
Şöyle anlatayım;
İsviçre’ye geldiğim ilk yıllarda başımı yastığa koyar koymaz, çocukluğumun geçtiği bozkırlara ağaç dikerdim; sürekli ve sabırla. Belli ki İsviçre’nin yeşili bende “bozkıra müdahale sendromu” yaratmıştı. Sonra sonra duruldum. Lakin zaman zaman kendimi berojlara (güneye bakan yamaç) ağaç dikerken yakalamıyor değilim. Öte yandan bozkırın çıplaklığına da tarif etmekte zorlandığım bir sevgi duyuyorum. Hani, Sultan Hoca, Su Duydum’da bozkırı denize benzetir ya (Feride de öyle), belli ki aynı damardanız, ben de benzetirim. Bozkıra bakınca denize bakıyormuş gibi oluyorum. Ya da cümleyi düzeltip şöyle yazayım; bozkır enginliğinde bir hiçlik değil varlık görüyorum.
Eyüp Hocamın sorularına geleyim. Aslında yanıtlar basit ve sırasıyla “Evet” ve “Hayır.” Fakat “Hayır” o kadar kolay değil.
Ziyadesiyle merak etmiştim. En kısa sürede kitabı edinip, okudum.
Bouffier’in hikayesinin sonuna doğru içime bir kurt düştü. Biraz da yazar sezgisi galiba. Hikaye fazlasıyla iyi gidiyordu ve bu “kuşkuluydu.” Bana da sık sık sorulur; “Halil’in hikayesi gerçek mi?” “Ferdi sen misin?” “Halil’in kaybettiği kitap bulunacak mı?” “Neden hiç kötü karakter yok?” vb. Okurun göz hakkıdır diyorum bu tür sorulara. Tek ve net bir yanıtı yok. Halil’in hikayesi hem gerçek hem kurmaca. Ferdi, azıcık da olsa ben ama çoğunlukla kendisi ve o da kurmaca. Sanmam ki Bouffier’in hikayesi tümden kurmaca olsun; zaten bu mümkün de değil.
Şunu da ilk kez yazmış/söylemiş olayım, Deli Halil’in “Su Duydum” çığlığını duyduğum an bunun üçüncü romanın habercisi olduğunu anladım (ki Deli Halil, tarz ve coğrafya olarak bir ulaktı sadece). İkincisi ve beteri, acaba bütün hikayeyi silip bu bölüm üzerine yeni bir kurmaca mı inşa etmeliydim! Anında reddettim. Ahlaksız bir teklifti bu. Zira çığlık ne kadar çarpıcı olursa olsun nihayetinde Feride’nin (romanın dosya adı Feride idi. Su Duydum ismine roman bitince karar verdim) içinden çıkan bir hikayeydi ve orada, ait olduğu yerde durmalıydı.
Yazıya imaj olan fotoğrafa dair de bir kaç kelam edip babı kapatayım. Zürih’ten Ankara’ya geçmeden üç günlük deniz tatili yaptık. Tekne turunda İztuzu Plajı’na komşu sayılacak bir koyda mola verdik. Demin de belirttiğim gibi ağaçlara ilgi duyan bir bozkır çocuğu olarak ormana selam vereyim dedim. Kıyıdaki ilk ağacın gövdesine el sürüyordum ki sabana benzettiğim bu dal parçasını gördüm. Evet, bir ayağımız internet çağında olabilir lakin diğer ayağımızın saban peşinde bıraktığı iz henüz kurumadı. Saban olarak değil fakat çalışma odamın duvarında tesbihlerimi asabileceğim bir çengel olabilirdi…
Ne mutlu ki dünden tamamıyla kopmuyoruz. Sabanı bırakmış olsak da tesbihi hala çekiyoruz; tıpkı zaman denen ipe ömürlerimizi dizip, yaşamı sürdürdüğümüz gibi. Ve yine Elzéard Bouffier’den, Deli Halil’e* benzer düşlerle edebiyatımızı hayatta tuttuğumuz gibi…
Hasan Sever
Zürih, 14 Ağustos 2023
* Hazır bu kadar Deli Halil’den bahsetmişken annemin serzenişini de dipnot olarak belirtmiş olayım: “Nerede bir deli divane var, oğlum gider onu yazar.”


